-Şimdi o zamanlardaki konser videolarını izlediğin zaman ne hissediyorsun?
-O çocuğun konserden sonra o gece ne hissettiğini merak ediyorum
-“O çocuk” derken, sen olan “O”nun mu?
Başını evet anlamında sallayarak: “Hm hımm”
-Hatırlamıyor musun?
-Hayal edemiyorum.
***
İkinci dünya savaşı yeni bitmiş ve 1945 İngiltere’si harap olmuş bir haldeydi. Hava bombardımanları birçok İngiliz şehrini yok etmişti. Ülkenin yeniden inşa edilmesi gerekiyordu ve bunun için de yeterli sermaye ve iş gücü yoktu. Bu büyük yokluğun ortasındaki insanların hayata tutunmak, köklenmek, hayatın normal gittiğini hissetmek arzuları nedeniyle kısa süre sonra büyük "bebek patlaması" gerçekleşecekti. Geleceğin 68 kuşağı bir bir ana rahmine düşmekteydi. O da buna dâhildi.
Roman bir anne ile İngiliz bir babanın çocuğu idi. Çok ama çok sonra şöyle diyecekti; “Savaştan yeni çıkmış, fazla gösterişli olmayan İngiltere’de kendime bir çıkış yolu bulmak zorundaydım. Ve buldum”. Bulduğu şey müzik ve şarkı söylemek idi.
Annenin Roman gürlüğündeki siyah dalgaları ona geçerken renk değiştirmiş ve yoğun altın buklelere dönüşmüştü. Çok güzel bir bebekti. Küçük yaşında evlerinin sokağında bisikletiyle tur atarken, altın bukleleri, ömür boyu taşıyacak olduğu kocaman muzip gülümsemesi ve gamzelerinin süslediği güzel yüzü ile çok dikkat çekerdi. İşte güzelliğin getirdiği ve sonradan “çalımlı” olarak nitelendirilecek olan karakteri daha o zamandan giyinmeye başladı. Diğer çocuklara göre ayrıcalıklı olduğunu kısa sürede keşfetti ve bunun avantajlı bir özellik olduğunun farkına vardı. Okul arkadaşlarından biri çok yıllar sonra şöyle anlatacaktı: “Çok yakışıklıydı ve daima her şeyin merkezinde yer alırdı. Onda bir şey vardı. Karizma sanırım. Okul forması giyerdi ama bir şekilde asla diğer öğrencilerle aynı görünmezdi. O, alnındaki buklelerle ve dönmüş yakalarıyla sınıfa girerdi ve siz bütün öğretmen ve sınıf arkadaşlarının gözlerinin parladığını görebilirdiniz”. Ömrü boyunca sürecek o çok beğenilme, çok arzulanma, çok istenme, çok el üstünde tutulma ve hatta sonradan iyice gelişecek olan girdiği her ortamın merkezi olma halini küçücük yaşında benimseyip, olağanlaştırmış, kanıksamış ve sindirmişti. O öyleydi. Öyle doğmuştu. Öyle yaşayacaktı. Herhangi birisinin onu çok beğenmesi kadar doğal bir şey olamazdı. Öyle hissediyordu ve bu hissi bütün hayatı boyunca taşıyacaktı.
Savaş sonrasının yaralarını sarmaya çalışan İngiltere belki “fazla gösterişli olmayan” bir durumda idi ama 50’li yıllardan itibaren okyanusun karşı kıyısından ulaşan melodilere hiç kayıtsız kalmadı. O zamanın tek eğlencesi olan radyolardan ve 60’larda üç kanal seçeneğine yükselen televizyonlardan İngiliz gençliğinin aklını başından alacak olan Blues ve “Blues’un Çocuğu” olarak yorumlanan Rock’n Roll melodileri yayılıyordu.
O da ilk önce, onlu yaşlarının hemen başında, okyanusun karşı yakasındaki büyük müzisyenlerin seslerinin ve müziklerinin büyüsüne kapıldı. Eline mikrofonmuş gibi bir eşya alır, evdekilere konser veriyormuş gibi, biraz da çekindiğinden, perdenin arkasında Rock’n Roll şarkıları söylemeye çalışırdı. Zaman içinde Rock’n Roll yanında Blues’a da gönül verdi. Çok sonra bir müzisyen arkadaşı şöyle anlatacaktı: “Onun kökü her zaman Blues olmuştur. Onunla Blues hakkında konuştuğunuzda ne kadar derin bilgisi ve kültürü olduğunu anlardınız. Blues hakkında her şeyi bilirdi. Onunla bu konuda hiçbir şekilde tartışmaya giremezsiniz ve bu kadar bilgiyi nasıl edindiğine hayret ederdiniz”. Başka bir müzisyen arkadaşı da şöyle diyecekti: “O bizim hiç bilmediğimiz bir müzikle çok ilgiliydi. Blues hakkında bu kadar bilgiyi nereden edinmişti hiç bilmiyorum. Blues ve sanatçıları hakkında sonsuza dek konuşabilirdi”.
Zaman içinde güzelliğinin yanı sıra zekâsının da farkına varmıştı. Farklıydı. Bunu anlamıştı. Mizah gücü ve neşesi de uçsuz bucaksızdı. Beyni çok hızlı ve çok derin çalışıyordu. Çevresinde buna uyum gösterecek pek kimse yoktu. Kendini okumaya verdi. On beş- on altı yaşına geldiğinde bütün boş zamanını Blues dinlemek, Kafka, Camus ve Sartre okumakla geçirir oldu. Varoluşçuluktaki sembolik anlatım biçimi çok sonra bütün dünyayı kasıp kavuracak olan onun mistik, felsefi ve spritüal şarkı sözlerinde vücut bulacaktı. Mesela; “Fırtınanın pilotu hiç bir iz bırakmaz, tıpkı bir rüyanın içindeki düşünceler gibi” (Fırtınanın pilotu = Tanrı) ya da, “Ve biz yolumuzda ilerlerken, gölgelerimiz ruhumuzdan daha uzun” ya da “Düşüncelerimde görmüştüm, ağaçların arasındaki duman halkalarını ve bakarak duranların seslerini” ya da “Eğer çabayla dinlesen o ezgi sana ulaşacak, her şeyin bir ve birin her şey olduğu” gibi.
Güzelliği, çekiciliği, zekâsı, bilgi doluluğu, sıcakkanlılığı, müthiş mizah duygusu ve müzik aşkı bir kenarda dururken o ailesinin istediği muhasebe eğitimine başladı. Bir yandan da okul çaylarında, orkestra eşliğinde solistlik yapıyordu. O dönemlerden bir arkadaşı çok sonra şöyle diyecekti: “Onu ilk kez çalıştığım benzin istasyonunda gördüm. Babası ona bayıldığı bir Morris Minor almıştı. Gerçekten çok sıcakkanlı ve ömrümde o zamana kadar ve şimdiye kadar gördüğüm en karizmatik insandı”.
On yedi yaşına geldiğinde okul çaylarındaki solistlikten öteye giderek ilk grubunu kurdu. Grubun davulcusu sonradan bütün hayatı boyunca en kadim dostu olacaktı. Bir okul konserinde tanışmışlardı. Kendi anlatımıyla uzaktan onu kibirli bir şekilde süzen bir genç yanına gelip: “Sen muhteşem bir solistsin ve eğer en iyi davulcuyu yanına alırsan daha da muhteşem olursun” demiş ve o da “O davulcu da sen misin?” diye yanıtlamıştı. Sonradan “Kardeşimdi” diye tanımlayacağı kişiyle olan derin bağı işte o gün bu cümlelerle başlamıştı. Çok ama çok sonra onu anarken şöyle diyecekti: “Dünyanın en iyi davulcusu olduğuna inanıyorum. Çünkü kendisi bana öyle söyledi”
Artık müzik yaşamının odak noktası haline gelmişti. Çok büyük bir yıldız olacağından bütün varlığı ile emindi. Bunun için doğduğu biliyordu. O arada “hayatının aşkı” ile karşılaştı. Çok sevdi. Artık iki büyük aşkı vardı: Müzik ve bu genç kız. Ancak karşı taraf bir gün “Tamam. Ben mi yoksa hayranların mı?” dedi. Çaresizliği ilk kez hissetti. “Müziği bırakamam” diye yanıtladı. Büyük aşkından kırık dökük ayrıldı. İlerde, çok ilerde, o olacağını hep bildiği yıldızlığının hatta efsaneliğinin keyfini sürerken geçmişteki büyük aşkı için şu dizeleri yazıp söyleyecekti;
“Seni düşünüyorum ve eskiden nasıl olduğumuzu
Hiç birine gerçekten muhtaç oldun mu?
Hiç birini gerçekten istedin mi?
Sahip olduğun en iyi aşkı, beni hiç andın mı bebeğim ve bu sana iyi geldi mi?”
Büyük aşkından da ayrıldıktan sonra bir an geldi artık yalnızca ve yalnızca şarkı söylemek istediğini, başka hiçbir uğraşıyı hayatında istemediğini fark etti. O şarkı söylemek için doğmuştu ve öyle olacaktı. Ailesine bu kararını bildirdi. Yanıt babasından kocaman bir “Hayır” olarak geldi. “Okuluna devam etmeli, müzik ise bir yan uğraş olmalı” idi. Onun özgür doğasını bu “Hayır” durduramazdı. Bayıldığı Morris Minor da. Anahtarı masanın üzerine bırakıp, kapıyı vurup çıktı.
Aynı kapıya birkaç yıl sonra bir Rolls Royce ile dönecekti.
Yakın bir geçmişte bir caz konserinde bir genç kız ile tanışmıştı. O andan itibaren birbirlerini görmeye başlamışlar ve ilişkileri gelişmişti. İşte kapıyı vurup çıktıktan sonra kızın ailesinin çiftliğinde yaşamaya, hatta babasının fabrikasında yarı zamanlı çalışmaya da başladı.
Onun onlu yaşlarının sonunda olduğu 60’ların ikinci yarsında savaşlara, devletlere, yönetimlere karşı protestolar dünya çapında yaygınlaştı. Dünya gençliği devletleri protesto etmekle kalmayıp bütün yerleşik normlara isyan halindeydi. Hippi’lik kendi felsefesiyle böyle ortaya çıktı. O da bir Hippi idi. Devir artık tam anlamıyla isyan devriydi ve müzik de bu isyanı sembolleştirmeye doğru evrildi. Gençlerin isyankâr sesi çok yükselmişti, öyleyse müziğin de sesi çok yükselecekti. Rock’n Roll artık tını değiştirmiş çağa uygun olarak sertleşmiş, Hard Rock doğmaya başlamıştı. Bunun anlamı, daha yüksek sesli gitar, daha yüksek sesli davul ve daha yüksek sesli vokal idi. Sonuncusu onda fazlasıyla vardı.
1968 yılı Temmuzunun son günlerinden bir gün kendisine çok ünlü bir gitaristin onu dinlemeye geleceği söylendi. Bu uluslararası üne sahip gitarist yeni bir grup kuruyordu solist olarak çok güçlü bir ses arıyordu. Ünlü gitarist kuracağı grubu “Çok yüksek sesli” olarak tanımlıyordu ve solist de öyle olmalıydı. Aramalarını sürdürürken kendisine ondan bahsetmişlerdi. “Nasıl bir tip?” diye sormuştu gitarist ve şu cevabı almıştı “Bir Yunan Tanrısına benziyor ama bunu geç, esas sesini dinlemelisin. Ayrıca davulcusu da harika”. İşte gitarist 68 Temmuzunun son günlerinde onu dinlemeye gitti. Sonradan “Onu dinleyince bu güne kadar keşfedilmemiş olması ve dünya çapında bir yıldız olmaması imkânsız” diye düşündüğünü anlatacaktı. Dönemin ünlü bir diğer müzisyeni sonradan onu şöyle anımsayacaktı “Her şeyi ile mükemmeldi, her şeyi vardı. Saçlar, çekicilik, ses. Tek eksiği bir grup idi ve o grup da onun ayağına geldi”.
Böylece gitarist bu çok beğendiği solisti iyice konuşmak, tanışmak için o hafta sonu evine davet etti. O da bu davete kolunun altında en sevdiği plaklarla gitti. Dünyaca ünlü bir gitarist ile müzik konuşacaklardı, heyecanı sonsuzdu. O günü sonradan şöyle anlatacaktı: “Kapıyı çaldım, açıldı ve ben karşımda birdenbire Amerika’yı gördüm. Orada 1920 tarzı eşarpla, çok güzel bir kadın duruyordu. Sonra ev sahibi bir yerden çıktı ve anladım ki bu adam benim ancak hayal edebileceğim bir hayata sahipti”. Gitaristle bütün hafta sonu müzik üzerine konuştular. Blues’un ortak tutkuları olduğunu keşfettiler. Gelecek on iki yılın Rock dünyasını sarsacak ve sonradan klasikleşecek olan eserlerini birlikte yaratacak olan muhteşem ikilisinin birbirlerini ilk keşfedişleri idi bu buluşma. Birkaç yıl sonra gitarist için şunları söyleyecekti “Garip bir şekilde ikimiz göbek bağıyla bağlıyız, yıllarımız böyle geçti ve on dokuz yaşımdan bu güne kadar her şeyi ayakta tutan buydu” “Neredeyse tek bir kişilikte eridik” “Onu seviyor muyum? Hayır, bayılıyorum”. Gitarist ise şöyle diyecekti “O ve ben tarif etmesi neredeyse imkânsız olan bir karşılıklı anlayışa sahibiz.”
Yüzyıla damgasını vuracak gruplardan biri doğuyordu. Gitarist sonradan bütün zamanların en iyi gitaristlerinden, davulcu da sonradan bütün zamanların en iyi davulcusu, basçı bütün zamanların en iyi müzik adamlarından, o da bütün zamanların en iyi Rock seslerinden sayılacaktı.
Dörtlü olarak ilk kez bir araya gelip ilk provalarını yaptığında uyumlarına kendileri dâhil oradaki kimse inanamamıştı. Sonradan şöyle tanımladı o anı “Yaşamımda hiç o kadar coşku hissetmemiştim. Bana ve grubun diğer üyelerine bir şeyler olduğunu hissediyordum. Olağanüstü bir şey bulduğumuzu ve kaybetmemek için aşırı dikkatli olmamız gerektiğini hissetmiştim”.
Kısa sürede ilk konserler başladı. Bu arada verdikleri bir konser sonrasında aynı mekânda kız arkadaşıyla evlendi. Bir bebek bekliyorlardı ve bebek nikâhtan on iki gün sonra doğdu.
Altı ay içinde, henüz yirmi yaşında hayatı tümüyle değişti. Sonradan efsaneleşecek bir grubu kuruluşunda yer almış, evlenmiş ve baba olmuştu. Hayatı hızla müzik çalışmaları ve turnelerle geçmeye başladı. Bu hız içerisinde yeni doğum yapmış olan karısıyla çok az zaman geçirebiliyordu. Ona şu sözlerle teşekkür edecekti;
“Güneş parlamayı reddetse bile ben hala seni seviyor olacağım.
Dağlar denize yuvarlansa, hala seninle ben olacağız.
Soylu kadın, sana her şeyimi veririm”.
Ayaklarının altında yepyeni bir evren uzanıyordu artık. O hak ettiğinden çok emin olduğu muhteşem yıldızlığı sonunda elde ediyordu. Zaman geçtikçe güneşi görünce açılan, adeta patlayan çiçekler gibi serpildi, daha da güzelleşti. Seyahatler, turneler, konserler, provalar, stüdyolar, plaklar, kutlamalar, büyük mekânlarda konserler, daha da büyük mekânlarda konserler, stadyumlara sığmayan konserler, “Bir okyanusa şarkı söylüyorum, okyanusun kükremesini duyabiliyorum” dizeleriyle anlattığı okyanuslar gibi dinleyiciler, yok satan biletler, bulunması imkânsız biletler, öyle olunca ek konserler, özel jetler ve büyük oteller, tamamı kapatılan oteller, otellerde partiler, otellerde en çılgın partiler, özel jet içinde partiler, kızlar, kızlar, kızlar. Hemen bütün erkeklerin içinde olan o çok eşlilik doğası en vahşi biçimde onda da uyanmıştı. Sahnedeki tavırları basın tarafından “Seksi, baştan çıkarıcı, cakalı, çalımlı” olarak tanımlanıyordu. “Baştan çıkarıcı” görünmeyi çok seviyordu. Hayatı boyunca bu konuda bir sıkıntısı olamamıştı zaten işte şimdi on binlerin önünde, sahnede bu konudaki bütün yeteneğini sergileyebilirdi. Mutluydu. Olması gereken yere gelmişti. Altın bukleleri de onu “Altın Tanrı” mertebesine taşımıştı. Bir keresinde turda iken kaldığı otelin balkonunda kollarını iki yanan açıp “Ben Altın Tanrıyım” diye bağırdı. Turnelerde otellerin önüne yığılmış olan kızları “Sen kal, sen git” diyerek seçiyordu. Devrin ismi üzerindeydi “Seks, Uyuşturucu & Rock’n Roll”. İşin “Uyuşturucu” kısmına hiç girmeyecek kadar zeki ve bilgili idi. Diğerlerinin hakkını ise fazlasıyla veriyordu. Turnede olmadığı zamanlarda ise İngiltere kırsalındaki çiftliğinde çok iyi koca ve çok iyi baba hayatına geri dönüyordu. İlk çocuğundan dört yıl sonra da ikinci çocuğu dünyaya gelmişti. Bu çılgın gidişte zaman zaman gitarist ile birlikte çekildikleri inzivalardan gelecek yüzyıllara da hediye olabilecek şarkılar çıkıyordu.
Hayat onun için bir şölen gibi devam ederken 1975 yazında ailesiyle bir adada tatilde iken büyük bir araba kazası geçirdi. O sırada tam yirmi yedi yaşındaydı ve ünlü “27’ler kulübü” nün kapısından dönmüştü. (Hepsi yirmi yedi yaşında ölen müzisyenler). Bir yıl tekerlekli sandalyede kaldı. Yeni albümü sandalyede ve acılar içinde kayıt etti. Ancak iki yıl sonra yeni bir tur, yeni umutlar ve yeni sahneler için hazırdı.
77 yılında turnelere geri döndüklerinde Amerika'da ilk sahneye çıkışında şöyle seslendi okyanus kalabalığa "İki buçuk sene geç kaldığımız için üzgünüz. Bunu biraz sohbet ve bol müzik ile telafi edeceğiz."
Böylece 1977 turnesi Nisan ayında başladı. Seyirci çıldırmıştı. Ek konserler düzenlemek zorunda kaldılar. Her gün farklı bir şehre uçuyorlardı. Bu temponun sonbahar ortalarına kadar sürmesi planlanmıştı.
Oysa hayatın başka planları vardı.
Temmuz sonlarına doğru, bir konser öncesi karısından acil bir telefon geldi. Küçük çocukları çok hastaydı ve hastaneye götürüyorlardı. İki saat sonra diğer telefon geldi. Çocuğu kaybetmişlerdi.
Hayat onun için durdu. Bitti. Evine döndü ve bir sene hiç çıkmadı. Müziği bırakıp öğretmen olmaya karar verdi. Kendi çocuklarının yanında olamamışlığının acısını başka çocuklarla birlikte olarak çıkaracaktı. Onu bu fikirden vazgeçiren ve evinden tekrar çıkaracak, hayata dönmeye ikna edecek olan kişi hep yanında olan davulcu idi. O da bir senenin sonunda o büyük acıyı içinde, damarlarında, hücrelerinde hissettikten sonra küçük bir çocuğun emeklemeleri gibi yavaş yavaş kabuğundan çıktı.
Böylece bir albüm çıktı. “O rüzgârda bir tüy ve benim bütün sevgim onunla” dizelerini içeriyordu kaybettiği çocuğuna yazdığı şarkı. O arada bir çocuğu daha oldu ve hayatına bir güneş gibi doğdu. Turne hazırlıkları başladı ama bir şart koymuştu, artık eskisi kadar uzun ayrı kalmayacaktı evden ve ailesinden.
Büyük tur öncesi çalışmalara başladılar. Ancak hayatın yine bambaşka planları vardı.
Gitaristin malikânesinde prova yaptıkları bir gün davulcu normalden çok fazla alkol aldı. Gece yatağa taşıyıp yatırdılar. Ertesi gün O ve basçı provalar için malikaneye döndü. Basçı davulcuyu uyandırmaya giderken o ve gitarist arka bahçeye çıkıp birer sigara yaktılar. Birazdan basçı allak bullak bir şekilde yanlarına geldi. Davulcuyu uyandırmak için odasına gitmişler ve korkunç gerçekle karşılaşmışlardı. Davulcu ölmüştü.
Bunu kaldıramadı.
Can dostu, kardeşim dediği kişiyi kaybetmişti. Onları davulcunun ölümüne kadar getiren ve bir zamanlar bütün varlığıyla beklemiş olduğu süreçten nefret etti. Hayatının son on iki yılını yok etmek istedi. İlk önce “Altın Tanrı”nın altın buklelerini hayatında ilk kez kökünden kestirdi. Bütün Rock yıldızı takılarını çıkartıp fırlatıp attı. Hep hayatının amacı olarak beklemiş olduğu o Rock Tanrısı döneminde yaptıkları, bütün Rock dünyasının taptığı müziklerini iki yıl hiç dinlemeyecek ve son on iki seneyle de ancak on yıllar sonra barışabilecekti. Otuz küsur yıl sonra grup için okyanus ötesinde düzenlenen büyük bir onur ödülü gecesine gitarist ve basçı ile birlikte katılacak, locadan kendi şarkılarını dünyanın en ünlü başka müzisyenlerinden dinleyecek, sıra davulcunun oğlunun da davulda olduğu, en ama en ünlü şarkılarına geldiğinde gözlerinden iki damla yaş yuvarlanacaktı.
***
Kırk yıl sonra ise bir TV programında çok ünlü bir sunucunun sorularını şöyle yanıtlıyordu:
-Şimdi o zamanlardaki konser videolarını izlediğin zaman ne hissediyorsun?
-O çocuğun konserden sonra o gece ne hissettiğini merak ediyorum.
-“O çocuk” derken, sen olan “O”nun mu?
Başını evet anlamında sallayarak: “Hı hımm”
-Hatırlamıyor musun?
-Hayal edemiyorum