Bu Blogda Ara

11 Mayıs 2018 Cuma

ELMADAĞ, ANKARA, 60-70'ler

Ankara’ya lapa lapa kar yağıyormuş.

Çocukluğumda her hafta sonu Elmadağ’a, kayağa giderdik. Kayakevinde kalırdık. Cumartesileri erkenden, sabah karanlığında, Ankara’nın o meşhur sabah ayazında otobüslerin kalktığı Kayak Kulübüne gidilirdi –ki annem sonra da babam bir dönem başkanıydı-. Kulüp Akay Caddesinin en alt ucundaydı. Kayaklar bagaja üst üste yığılır, espriler, şakalaşmalar ile yola koyulurdu. Ankara çıkışında bir fırın vardı. Orada durulur, birkaç kişi iner, dumanı tüten ekmekler kucaklar dolusu alınıp otobüse taşınır, o an ortadan yarılıp dumanları çıkarken içine kaşarlar ya da sucuklar konulur, ekmeğin taze kokusu termoslardan koyulan çaylarınkine karışır, afiyetle yenilerek devam edilirdi yola. 

Betonlar bitip, açıklığa çıktığınızda, şehrin bitimindeki çöplük de geçilince Elmadağ yoluna çıkıldığını anlardınız. Uçsuz bucaksız, dümdüz beyazlıkta, arada bir tek bir ağaç görerek, bir saat gidilir, sonra da genellikle ya “Eşekyoran yokuşu”nu ya da Yakupabdal köyünün meşhur yokuşunu otobüs çıkamazdı. Bir iki-deneme ve birkaç geriye kaymadan sonra biri bağırırdı “Erkekler aşağıyaaa”. Erkekler aşağı inip koca otobüse toplu halde omuz verip “Hoooop” nidalarıyla iterlerdi. Otobüs hareket edebilirse yola koyulurdu. Ancak bazen de yol kardan tümüyle kapanmış olurdu. O zaman otobüs orada bırakılır, dört km civarı bir yol, köyden kayakevine kadar yürünürdü. Çantalar sırtta, kayaklar omuzda genellikle kayakçı marşı gibi şarkılar söylenerek. “Tırmanırız çıkarız, karlı yüce dağlara, El vererek asılırız mor siyah bulutlara. Neşemiz, andımız, yavuklumuz kayaklar, rüzgarlar kanadımız, yuvamız karlı dağlar” Yol boyu ben -daha küçük yaşlardayken- genellikle babamın omzunda oturuyor olurdum. El ve ayak parmaklarım neredeyse donardı. Çevrede sonsuz beyazlıktan başka bir şey görünmezdi. Bazen yüzü de acıtan bir tipi olurdu. Bazen de sis. Bazen o tipinin ve sisin içinden sürü halinde kocaman köpekler havlayarak üstümüze gelirdi. Sopaları görünce, neyse ki geri dönerlerdi. Kayakevine varılınca hemen sobalar yakılırdı. Ya da “Asalettin Efendi” çoktan yakmış olurdu. Biraz dinlenilir belki, sonra hemen kayağa çıkılırdı. Kayakevinden, piste kadar olan yol yine toplu halde yürünürdü. İlk önceleri dağda teleski de yoktu henüz. Kayaklar omuza konup tepeye çıkılır, aşağı kayılır, sonra hadi tekrar kayaklar sırtlanır, tepeye çıkılır, haydi yine aşağı. “Asalettin Efendi” sonraları teleskiden de sorumlu olmuştu. “Aslalettin Efendi, nasıl durum teleski çalışacak mı?” Kayarken herkes diğerine “Oo çok iyi hareketti.. Harika döndün… duruşun mükemmeldi….” bazen de “Sağı açççç aç, sol bas” gibi bağırtılar yükselirdi. Aşağıda ise Ankara kapkara bir is gölü olarak görünürdü.

Akşamları şömine yanar, yemeklerden sonra etrafında toplanılır, gece geç vakit de ateşin üzerinde şişte sucuk yapılırdı. Ben bu kez de kayak evinin o çok hoşlandığım kaygan zemininde tekerlekli paten kayardım. Koca salonda kayarak sekiz çizmek, bazı yerlerde atlamak, zıplamak çok hoşuma giderdi. Bazen birden elektrik gidiverir, o zaman birileri ellerinde fenerle bodrum katına jeneratörü tamire inerdi. Şömine sohbetleri çok geç vakitlere kadar sürerdi. Üst kattaki asma balkonda- ki oradan büyük salonu kuş bakışı izlerdiniz- “gençler” (Abim, ablam ve akranları) vakit geçirirdi. Ben gider yatardım herkesi beklemeden. İki büyük bir de küçük ranzalı yatakhane vardı. Ahşap merdivenlerle çıkılan üst katta idi bir büyük bir de küçük yatakhane. Odalardaki dolaplarda saklanan ve gelince kendimizin çıkarıp yataklarımız yaptığımız yastık, battaniye ve çarşafların çok kendine özgü bir kokusu olurdu. Küçük yatakhanede cam kenarında ve ranzanın yukarısında yattığımda, tipinin ve fırtınanın ıslığımsı sesini duyar, dışarıda karanlığın içindeki sonsuz beyazlığı, kayak evinin önündeki, fırtınadan eğilip bükülen o tek çıplak ağacı camdaki buğunun arkasından bir süre izlerdim. Bir de yanan sobanın tavanda kızıl kızıl dans eden alevini.

Pazar sabahları Kayakevinin salonunu çay kokuları doldururdu. Büyük masalara dağılmış “kayakçılar” neşe içinde kahvaltı ederdi. Hep neşe vardı, ya da bana öyle gelirdi, henüz çocuk olduğum için.

Kayakevinde yaşayan kocaman siyah “Karabaş” da bu yeme-içmelerden nasibini alırdı.
Pazar akşam üstleri bu kez iki gün kaymaktan yorgun argın, bütün adaleler ağrıyarak ve kayak ayakkabısının sert kenarının denk geldiği bilekler sızlayarak, otobüse kadar aynı yol, bu kez çoğunlukla kayarak gidilir, otobüse binilir ve yine çok kahkaha atarak, çok konuşarak, çok şarkı söyleyerek Ankara’ya dönülür. Bir sonraki hafta sonuna kadar. Daha ileriki yıllarda Şubat tatillerinde de iki hafta çocuklar ve gençler için kamplar olurdu. Kamp sonunda da hepimiz kar yanığından kapkara olmuş suratlarla, sadece iki göz kalmış olarak şehre dönerdik.

Öyle ki, 14-15 yaşıma gelene kadar şehirde hafta sonu ve sömestr tatillerinde yaşam yok sanırdım.


Babamın neden kayaklarımı taşımamı
istemediğini anlayamadığım an


Ankara’ya lapa lapa kar yağmış da işte, aklıma gelenler.