Bu Blogda Ara

29 Mayıs 2018 Salı

Bir Çevirim: Liberal Demokrasi Krizde, The Guardian, 27 Mayıs 2018


Liberal Demokrasi Krizde.  Ama biz onun ne olduğunu biliyor muyuz?

  • 27 Mayıs 2018'de, The Guardian'da yayınlandı. 
  • Yazar: Helena Rosenblatt, New York, Graduate Center of the City Universitesinde tarih profesörü. Çıkacak olan “Liberalizmin Kayıp Tarihi: Antik Roma’dan 21. Yüzyıla” isimli kitabın yazarı.
25 yıl önce Freed Zakaria yeni ve büyümekte olan bir tehlikeye karşı uyarıda bulunmuştu: “Liberal (özgürlükçü) Olmayan demokrasi” dünya çapında yükselmekte idi.

Demokratik yollarla seçilen hükümetler özgürlükçü (Liberal) esasları küçümseme alışkanlığı edinmişlerdi. Hukuk kuralarını açıkça ihlal etme ve halklarını temel haklardan ve dokunulmazlıklardan yoksun bırakma yoluna girmişlerdi.

Bugün, artık birçok insan bir varoluş krizinin sarsıntıları üzerinde durduğumuza inanıyor. Liberal demokrasi "artık yıkılmaya, arzu edeceğimizden çok daha yakın” diye yazmakta Ed Luce, Financial Times’da. Hatta ABD eski dışişleri bakanı Madeleine Albright yeni kitabında faşizmin yeniden canlanıyor olması konusunda uyarılarda bulunmakta.

Bugün artık Amerikan demokrasisinin kendisinin risk altında olduğuna dair de giderek büyüyen bir fikir birliği mevcut. The Economist, ABD’yi şimdiden “kusurlu demokrasiler” kategorisine katmış durumda. Tam da burada başka bir tehlike daha mevcut: Amerikalılar demokrasi konusuna giderek daha çok boş veriyorlar, geleneksel ideallerine olan ilgilerini giderek kaybediyorlar. “Liberalizm başarısız oldu”, diye yazmakta Patrick Deneen. David Brooks ise New York Times’daki yazısında “Problem, liberallerin kendi liberal demokrasi değerlerini nasıl savunduklarını unutmuş oldukları”, diyor. “İlk prensiplerine geri dönmek zorundalar, özgürlükçü demokrasinin genel kurallarını hatırlamak zorundalar” diye devam ediyor.

Esas sorun özgürlükçü demokrasinin tam olarak ne olduğunu bilmememiz. Ortalıkta konuyla ilgili tonlarca kitap, yok oluşuyla ilgili yine tonlarca makale ve fikir dolaşmakta ama yazarları aynı konuda konuştuklarını sanarak aslında çok değişik konulara değinmekte. Çünkü hepsinin terminolojisi farklı. Kavramlar konusunda değişik tanımlamaları var. Ed Luce özgürlükçülüğü bir şekilde tanımlarken, David Brooks başka bir şekilde, Patrick Deneen daha başka bir şekilde. Daha aynı kavramlardan konuşmuyor iken, bizler nasıl özgürlükçü demokrasi hakkında doğru dürüst bir tartışma yapabiliriz ki?

Gerçi problem anlam tartışmalarından da ötede. Terimler konusundaki karışıklık insanların düşünme sisteminde de karmaşaya neden olmakta ve liberallerin kendi politikalarının esaslarına ve zayıflıklarına dair anlayışlarını bozmakta.

Şimdi liberal demokrasi teriminin anlamını açıkça ortaya koyma ve kavramın nelere dayalı olduğunu tam olarak aydınlığa kavuşturma zamanı geldi de geçiyor. Bunun için de bu kavramın tarihini anlamamız gerekiyor.

Bu konuyla ilgili bir yaygın hata, liberalizm ile demokrasiyi birleştirmek üzerine. Bu iki kavram eş anlamlı değildir oysa. Kendi tarihsel gelişimlerinde hatta birbirleriyle bağdaşır bile değillerdi. Kendi tarihsel süreçlerinde, antik yunan zamanlarında, “demokrasi” “halk tarafından yönetilmek” anlamına geliyordu. Bazıları bunu bütün erkek vatandaşların direk olarak yönetime katılması olarak yorumladı. Diğerleri bunu erkek vatandaşların seçimine dayalı bir temsil sistemi olarak anlamlandırdı. Bununla birlikte, her iki durumda da, tam da 19. YY’ın içinde liberallerin büyük bir bölümü demokrasi fikrine düşman idi. Bu fikri kaos ve ayak takımı kurallarıyla yönetimle ilişkilendiriyorlardı. Demokrasi kavramının en fazla yükseldiği ve “klasik liberalizm” olarak anılan zaman diliminde bile demokrasi konusunda çok heyecanlı bir liberal ile karşılaşmak zor idi. Gerçekte ise, lberalizm anlayışında demokrasiyi frenleme niyetinin olduğunu söylemek yanlış olmaz.

Gerçekten de liberalizmi  kuranlar demokratlar değil idi. Benjamin Constant (Ç.N: 1767-1830, İsviçre-Fransız orijinli, politik aktivist ve politika ve din üzerine eserleri olan yazar), hem oylayanların hem de seçilenlerin varlıklılardan olması gerektiği konusunu çok sıkı savunmakta idi.  Fransız devrimi onun gibi liberallere kanıtladı ki, halk politik haklar için tamamiyle hazırlıksızdı. İnsanlar cahil, mantıksız ve şiddete eğilimli idi. Bu insanların baskısı ile hukuk sistemi askıya alındı, “halk düşmanları” giyotine götürüldü, haklar çiğnendi. Devrimin en demokratik dönemi aynı zamanda en kanlı dönemi oldu.

Napolyon'un despotluğu erken liberallerin demokrasi hakkındaki şüphelerini doğruladı
Evrensel biçimine uygun olarak, erkek oylamasına dayalı referandum ile legal hale gelen Napolyon’un despotluk dönemi de liberallerin demokrasi hakkındaki korkularının doğrulamış oldu. İmparatorun kazanması, Fransız halkının hiç şüphesiz kendi yönetimleri için sağlıklı olmayan tercih yapmış olmalarını ve doğuşlarından gelen propagandaya karşı hassaslıklarını kanıtladı. Napolyon’un sözde-demokratik rejimini isimlendirmek niyetiyle yeni buluşlar ortaya çıktı. (Ki bu aynı zamanda “demokratik despotizm” diye de isimlendirilmektedir) . Bazıları “Bonapartizm” (Ç.N:Bonapart kuralları tarafından yönetilme)  ya da “Caesarizm” (Ç.N:Diktatörlük) terimini kullanmakta. Constant ise “usurpation” (Ç.N:Gasp ile yönetim) olarak adlandırdı.

Bu “Usurpers” (Yani gaspçılar) sıklıkla kendi pozisyonlarını sağlamlaştırmak isterler bu nedenle de destek sağlamak için devamlı yalanlar ve propagandalar üretirler. Rejimlerine dayanak sağlamak için din otoriteleriyle ittifak kurarlar. Halkın kendi hainliklerine karşı dikkatlerini dağıtmak için gereksiz savaşlara girerler, bu sırada da kendi güçlerini sağlamlaştırırlar, ceplerini doldururlar ve kendi çevrelerini zenginleştirirler. En kötüsü de kendi yalanlarına ortak olmaları için kendi halkını oyuna getirerek baştan çıkarır, yozlaştırırlar.


Alexis de Tocqueville ( Ç.N:1805-1859, Fransız diplomat, politik bilimci ve tarihçi) de demokrasinin sonuçları konusunda derin kuşkulara sahipti. 1830 ve 1848 (diğer Napolyon tarafından gerçekleştirilen) yıllarındaki iki Fransız devrimi de onu büyük ölçüde sıkmıştı. Bir kez daha kanıtlanmıştı ki, kitleler demagoglar için kolay yem idi ve gelecekteki diktatörün en aşağılık içgüdüleri için kolayca pişerlerdi. Demokrasi ölümcül derecedeki bireyciliği beslerdi. (Tocqueville’nin sözlüğünde bencillik için kullanılan bir diğer kavram idi, bireycilik) 

Constant ve Tocqueville ( Ç.N:1805-1859, Fransız diplomat, politik bilimci ve tarihçi)  gibi ilk dönem liberalleri (özgürlükçüleri), demokrasinin tehlikelerini hesaplamak için epeyce vakit harcadılar. Halk egemenliğine bir sınır belirlenmeli, hukuk ve kişisel haklar garanti altına alınmalıydı. Ama gücü elinde bulunduran popüler kişi kolaylıkla çarpıtacağı ya da basit olarak yok sayacağı sürece hukuk kuralları da asla yeterli olmayacaktır. Liberal demokrasilerin hayatta kalması politik olarak eğitimli vatandaşlar gerektirmekteydi. Constant Fransa’da ülke çapında seyahat ederek Fransız halkına anayasaları, kendi hakları ve özgürlükleri konusunda öğretimlerde bulundu. Aynı amaçla bu konularda makaleler yazdı, konuşmalar yaptı. Gönüllü olarak özgürlük ve basın için savaştı.

Bu iki adam ayrıca liberal demokrasinin kurtuluşunun belli ahlaki değerlere de bağlı olduğuna inandılar. Liberal demokrasi bir halk olma ruhu ve ortak amaçlı topluluk olma duygusu gerektiriyordu. Tocqueville, “halk ahlakı” ve “halk erdemi”ni teşvik ve güçlendirme konusunda çok derin düşündü. Costant tüm etrafında gördüğü politik tatmin, ahlaki umursamazlık ve bencillik konularında kafa patlattı. Sadece diktatörler böylesine bir ahlak çökmesinden fayda sağlıyorlardı.

Böylesine bir ahlak azalışına nasıl karşı durulur? İkisi bunu da düşündü. Halk ruhunu taşıyan elitler temel taş olacaktı. “Aydınlanmış sınıf” ve “İyi niyetli adamlar” “gerçeğin misyonerleri” olmalıydı, şeklinde yazmıştı Constant.

İnsanları halkın yararına olmaktan alıkoyan kinizme (Ç.N: Erdemli olmak için dünya nimetlerinden vaz geçme)  karşı gayretlerini iki katına çıkarmak zorundaydılar. Tocqueville’nin dediği gibi, “demokrasiyi eğitmek” çok gerekliydi. “Ve bunu uygulamaya koymak bugünkü toplumun liderlerinin öncelikli işi” idi.

O zamana dair böylesine saptamaların bugün kulağa çok saf ve mantıksız gelmesi üzücü. Aslında gerçek, bizlerin hala kendi varoluş krizlerini yaşamış olan liberalizmin ilk kurucu babalarından öğrenecek çok şeyimiz olduğu. Onlar demokrasinin baskıcı bir rejimi doğurmaya eğilimli olduğunu biliyorlardı. Onların öğretilerine kulak verelim.

*********************************


Liberal democracy is in crisis. But ... do we know what it is?

It was 25 years ago that Fareed Zakaria warned against a new and growing threat: the rise of “illiberal democracy” around the world. Democratically elected governments were routinely flouting liberal principles, openly violating the rule of law, and depriving their citizens of basic rights and liberties.
Today, many believe that we stand on the precipice of an existential crisis. Liberal democracy is “closer to collapse than we may wish to believe”, writes Ed Luce of the Financial Times. In a bracing new book, the former secretary of state Madeleine Albright even warns of a revival of fascism.

There is a growing consensus that American democracy itself is at risk. The Economist’s index categorizes the United States as a “flawed democracy”. There is a danger within: Americans are becoming complacent about democracy, losing interest in their traditional ideals. Liberalism has failed, writes Patrick Deneen. The problem, says David Brooks of the New York Times, is that liberals have forgotten how to defend their “liberal democratic values”. They must go back to first principles; they must remember “the canon of liberal democracy”.

The trouble is that we don’t really know what liberal democracy is. A spate of books, articles and opinion pieces talk about its demise, but their authors speak past each other or around in circles, because they are using different definitions of the term. Ed Luce defines liberalism one way, David Brooks another and Patrick Deneen yet another. How can we have a proper discussion about liberal democracy when we are not speaking about the same thing?

The problem concerns more than semantics. The confusion of terms leads to confused thinking. It impairs liberals’ understanding of their own principles and weakens their politics. Their opponents easily exploit the verbal ambiguities. It is high time, therefore, that we clarify what the term “liberal democracy” means and what it stands for. For this we need to understand its history.

One common mistake is to conflate liberalism with democracy. The two concepts are not synonyms. For most of their history, they have not even been compatible. From the time of the ancient Greeks, “democracy” has meant “rule by the people”. Some have interpreted this to mean direct political participation by all male citizens. Others have taken it to mean a representative system based on the suffrage of all male citizens. Either way, however, well into the 19th century, the majority of liberals were hostile to the very idea of democracy, which they associated with chaos and mob rule. It is hard to find a liberal who was enthusiastic about democracy during the heyday of what is often called “classical liberalism”. Indeed, it would not be wrong to say that liberalism was originally invented to contain democracy.

Certainly, the founders of liberalism were no democrats. Benjamin Constant stood for strict property qualifications for both voting and officeholding. The French revolution proved to liberals like him that the public was utterly unprepared for political rights. People were ignorant, irrational and prone to violence. Under their pressure, the rule of law had been suspended, “enemies of the people” guillotined, rights trampled upon. The most democratic phase of the revolution had also been the most bloody.

Napoleon’s despotism, which was legitimized repeatedly by plebiscites based on universal male suffrage, only confirmed the liberals’ apprehensions about democracy. The emperor’s popularity demonstrated in no uncertain terms that French citizens had an unhealthy predilection for authoritarian rulers and were fatally susceptible to propaganda. New words were invented to name his pseudo-democratic regime. Some called it “democratic despotism”. Others used the terms “Bonapartism” or “Caesarism”. Constant called it “usurpation”. “Usurpers” are constantly compelled to justify their positions, so they use lies and propaganda to manufacture support. They form alliances with religious authorities to prop up their regimes. They take their countries into useless wars to distract people from their treachery, while they enhance their own power, line their own pockets and enrich their friends. Worst of all, they corrupt their people by tricking them into participating in their lies.

Alexis de Tocqueville also had deep misgivings about democracy. Two additional French revolutions, one in 1830 and the other in 1848, followed by another Napoleon, depressed him greatly. It proved once again that the masses were easy prey for demagogues and would-be dictators catering to their lowest instincts. Democracy fostered a pernicious form individualism, another word for selfishness in Tocqueville’s lexicon.

Early liberals like Constant and Tocqueville spent much time thinking about how to counter the perils of democracy. Limits had to be placed on the sovereignty of the people, the rule of law and individual rights guaranteed. But good laws would never be enough, since a popular strongman could easily pervert or simply ignore them. The survival of liberal democracies required a politically educated citizenry. Constant travelled around France instructing French citizens about the principles of their constitution, their rights and their duties. He published articles and delivered speeches for the same purpose. He fought valiantly for the freedom of the press.

 Both men also believed that the survival of a liberal democracy depended on certain moral values. It required public spiritedness and a sense of community. Tocqueville thought deeply about fostering “public morality” and “public virtue”. Constant agonized over the political complacency, moral apathy, and selfishness that he saw all around him. Only dictators profited from such vices.

How to counter the moral degradation? They thought about this as well. The commitment of public-spirited elites was essential. “The enlightened classes” and “well-meaning men” must be the “missionaries of truth”, wrote Constant. They must redouble their efforts to counter the cynicism that was turning people away from the public good. As Tocqueville said, it was essential to “educate democracy.” And this, he said, was “the primary duty imposed on the leaders of society today”.

It is a sad sign of the times that such statements sound so naive or ring hollow today. The truth is that we still have much to learn from the founding fathers of liberalism, who lived through an existential crisis of their own. They knew about the tendency that democracies have to become illiberal. Let us heed their lessons.

  • Helena Rosenblatt is professor of history at the Graduate Center of the City University of New York. She is the author of the forthcoming book, The Lost History of Liberalism: From Ancient Rome to the Twenty-First Century.