Bu Blogda Ara

10 Mayıs 2018 Perşembe

ŞU KARMA NEDİR? NASIL ÇÖZÜMLENİR




Ruhsal varoluşun ve Evren'in en bilinen fizik kuralıdır "Karma". Yaydığımız enerjinin aynısı tıpatıp bize geri döner. 

İşte bu yüzden de "başımıza gelen her şeyin" sorumlusunun aslında kendimiz olduğu bilgisini de barındırır. Sonsuzluktan beri gelen yaşamlarımız boyunca ektiğimiz enerjiler, mutlaka varlığımızın bir noktasında karşılığını bulacaktır. Bazen hiç beklemediğimiz bir anda aynen bize geri dönecektir. 

Bizler, ruhsal varlıklar olarak mükemmele doğru ilerlemek istiyoruz. Derinlerde, özümüzde bu istek kayıtlı, biz farkında olsak da olmasak da. Bu istekle sayısız kez yeniden doğarız. Fizik ortama her doğuşumuz mükemmellik yolunda biraz daha ilerlemek, fizik ortamın ego sınavlarında biraz daha geçip, Tanrısal özümüze biraz daha kavuşmak (ki bu da mükemmelliğin tanımıdır) amacı iledir. Bu amaç içerisinde Evren bize kendi davranışlarımızın ya da yaydığımız enerjinin başkaları tarafından nasıl algılandığını, ne hissettirdiğini göstermek ister. Eğer acı veren bir davranışta bulunduysak, er geç aynı çeşit bir acı gelip bizi bulacaktır. Tam bu noktada şunu bir daha hatırlamakta yarar var: Biz başkalarına ancak ego yoluyla, egomuzu korumak yoluyla, yani egoist davranışlar yoluyla zarar verebiliriz. Demek ki burada da gözlemleyeceğimiz esas faktör kendi egomuz olacak. Başkalarına, topluma, doğaya verebileceğimiz zararları bir gözden geçirelim. Aklımıza ne gelirse gelsin egonun ürünüdür. Ego'nun üç silahını hatırlayalım: Başkalarını ya kendimiz daha çok para sahibi olalım diye, ya daha yüksek mevki sahibi olalım diye ya da bunlardan eksilmeyelim, ödün vermeyelim diye ezer geçeriz. Ya da dizginlenmeyen cinsel arzulardır başkalarına zarar verilmesi.

Bütün olumsuz davranışlarımız buna maruz kalanlar tarafından üzüntü, acı (bazen bedensel), kıskançlık, bazen nefret ve kin ile karşılık bulacaktır. Yarattığımız bu duyguların dengesiz kalması, yani tek tarafta kalması evrenin fiziğine uygun değildir. Aynı üzüntü, kin, acı ve nefreti buna kaynak olanın da deneyimlemesi gerekmektedir. Öyleyse varlığının bir noktasında kendi davranış biçiminin aynısı bu kez kendisine yapılacak ve kişi aynı duyguları tadacaktır. Eğer kendisi bu durumun bilincinde ve farkında değilse –ki çoğunlukla değilizdir- bu kez kendisi tekrar aynı davranış biçimiyle ya aynı kişiye ya da başkalarında aynı olumsuz duyguları yaratma yoluna gidecektir.

Karma bu şekilde sürer gider, ama nereye kadar? Bir noktada taraflardan o sırada alacaklı olan tamamen ve saf bir niyetle diğer tarafı AFFEDİNCEYE kadar. AFFETMEK karmayı bitirir. Affetmediğimiz ve affedilmediğimiz sürece Karma devam edecektir. Karma devam ettikçe de biz yeniden ve yeniden fizik ortama doğarak hep karmalarımızı baştan ve baştan yaşayacağız.

Aslında kadim toplumlar bu bilgilerin hep farkındaydılar. Düşünelim, neden cenazelerde ölenin yakınlarına sorulur: "Hakkınızı helal ettiniz mi?" Yani aslında hesap o noktada kapansın istenir. Temiz, gönülden bir affetme duygusu bütün olumsuz olasılıkları artık yok edecektir.

Isa da eğer Yaratan tarafından bağışlanmak istiyorsak öncelikle kendi bağışlamadığımız kişileri bağışlamamızı söyler. Der ki, "eğer Tanrıdan dua yoluyla bir şey isteyecekseniz, önce birine karşı affetmediğiniz bir durum varsa onu affedin ki, Tanrı da sizi bağışlasın. Başkalarını yargılamayın ki, Tanrı da sizi yargılamasın, çünkü hangi yargıyla yargılarsanız onunla yargılanacaksınız. Hangi ölçüyle ölçerseniz aynı ölçüyle ölçüleceksiniz". "Kimin günahlarını bağışlarsanız bağışlanacaktır. Kiminkini bağışlamazsanız bağışlanmayacaktır". İsa'nın verdiği bu Evren bilgisi burada adını koymadan tam olarak Karmanın kendisidir.

Dalai Lama'ya göre de affetmek iki seviyelidir. Birincisi karşılık vermekten ve intikam duygularından sıyrılmaktır, çünkü intikam diğer kişiye acı verecektir, affetmenin diğer seviyesi ise düşmanlarınıza karşı artık kızgınlık duygusu bile geliştirmemektir. Kızgınlık, öfke problemi çözmez, sadece kendinizde rahatsızlık duygusu oluşturur. Kendi zihinsel huzurunuzu yok eder. Oysa sağlıklı bir bedene ancak sağlıklı bir zihin neden olabilir.

Kur'an'da da affetmenin gerekliliği yine şu şekilde yer almıştır: "Ama [unutma ki,] kötülüğü cezalandırma [teşebbüsü] de, bizâtihî bir kötülük olabilir; o halde, kim [düşmanını] affeder ve barış yaparsa mükafatı Allah katındadır, çünkü O, zalimleri sevmez."

Öyleyse, tümüyle Ego'nun ürünü olan olumsuz duygulardan arınmaya çalışmak ve bağışlamadığımız kişi ya da olaylar varsa, bağışlamaya çalışmak, bağışlamaya niyet etmek ve sonunda bağışlamak olumsuz bir Karma döngüsünü bitirecektir. Bunun yerine kendimizi olumlu duygularla kuşatırsak, insanlara, diğer canlılara, dünyanın kendisine karşı geliştireceğimiz HER olumlu davranış ve his bize bir şekilde geri dönecektir. Olumlu davranmak egoya meydan okumak demektir. Bu yolla Karmalar sona erecektir.


- AŞK - SENİ BEKLERKEN Bodrum-Stuttgart-Londra-Antalya-Ingolstad.


Stairway to Heaven” çalıyor radyoda, Almanya’nın  bol yağmurlu bir öğleden sonrasında. Ingolstadt ’ta, Münchener Strasse’deki o geçici olarak kalmaya gelince tuttuğun, büyük, temiz, güzel, beyaz badanalı, enine uzun binadaki şirin stüdyo dairenin tek penceresinden Almanya’nın her santimetre karesi gibi yemyeşil olan arka bahçeye, yağmurun yıkarcasına vurarak indiği camın arkasından bakıyorum.

İçimde o imkansızlığı aşamama duygusu. İki sene süren bitiş ve tekrar başlama odaklı, Almanya-Türkiye arasında süregelen bu beraberliğin son buluşması olabilir bu. O yüzden buruk bir mutlulukla seninleyim.
Senin sabah erkenden çıkıp, akşam üstü döndüğün saate kadar ben kendimce zaman geçiriyorum, genellikle yürüyüşe çıkıyorum, peri masallarındakini andıran evlerle donanmış sokaklardan, bazı evlerin de resmini çekerek kasabanın merkezine doğru yürüyorum. Danube Nehrinin üzerindeki köprüden de geçip, her Alman kasabasında olan o trafiğe kapalı alışveriş alanında mağazalara bakıyorum, bir kafede bir şeyler yiyip içiyorum. Sonra ya seninle buluşuyoruz, ya da yine nehrin üzerindeki köprüden geçip eve dönüyorum.
Hafta sonuna rastlayan günümüzde Riedenburg’a gezi yapıyoruz. Yine nehir kenarında, yeşillikler içinde, tipik, güzel mimarisiyle bir Alman köyü. Köyün çevresindeki ormanlık tepede yürüyoruz. Mağaraların olduğu değişik bir park. Sen bana o mağaraların özelliklerini anlatıyorsun. Sonra nehir kenarındaki kafelerden birine oturup çay-kahve-pasta alıyoruz. Kafenin bir tarafında bir orkestra Almanca olduğu için kulağıma tuhaf gelen, marş gibi dans müziği çalıyor ve yaş ortalaması 65-70 olan çiftler slow dansa kalkıyor. Eşi olmayan kadınlar da birbirleriyle dans ediyor. Sonra Bruckstrasse’deki küçük meydanın sonundaki birkaç dükkânın bir arada olduğu (pasaj gibi) beyaz, şirin, iki katlı bir binaya doğru yürüyoruz. Binanın içindeki bir hediyelik eşya dükkânından “I love Riedenburg” yazılı bir t-shirt alıyorum. Onu alırken seninle belki de bir daha hiçbir araya gelmeyeceğimizi ve bu t-shirtin de seninle ilgili anılarımın arasında yerini alacağını düşünüyorum.
Sana kızıyorum belki biraz, ama bundan daha çok seni anlıyorum. Yine de bir keresinde artık umarsızlığının verdiği acı doluyor, taşıyor, dışa vuruyor ve “ben gidiyorum” diyorum. Sen oturuyorsun, ben tam önünde sana yakın ayaktayım. Kızgın -mı yoksa hüzünlü mü- gözlerle sana bakıyorum. Almanca,“gitme, burada benimle kal” diyorsun. Bu “gitme burada benimle kal”ın anlamının “çünkü seni çok seviyorum ve bir daha kaybetmek istemiyorum, gitme, aşk böyle, bu şekilde devam etsin” olmadığını ve aslına “çünkü şunun şurasında iki gün daha birlikte olacağız, şimdi olay yaratmayalım da bu iki günün keyfini çıkartalım, nasıl olsa bir daha görüşmeyiz” olduğunu anlıyorum. Sonradan Münih havaalanında beni yolcu ederken oturduğumuz kafede, artık ayrılmamıza dakikalar kala, ben bu imkânsız (mıydı?) ilişkinin devam edebileceğine dair bir belirti arıyorum gözlerinde ama seni sıkmamak ve böylece bu olasılığı da yok etmemek adına hiçbir şey sormuyorum. Soru bakışlarımda gizli olmalıydı ki sen artık bir daha göremeyecekmişiz gibi davranıyorsun.
Yağmurlu camın ardından bakarken, sonra aklıma senin daha önce İstanbul’dan ayrılışlarından biri geliyor. Sıcak bir Eylül gününde (çünkü doğum gününü birlikte geçirmek için gelmiştin) seni yolcu ediyordum. Uzun uzun sarılmıştık ve masmavi gözlerin dopdolu olup bir iki damla yaş yuvarlanıvermişti yanaklarına. Sonra, sen kapıdan geçip gittikten sonra kendimi boş bir çuval gibi hissetmiştim. Hemen ayrılmamış, uçağın kalkmasını beklemiş ve uçak gökyüzünde bir nokta olup sonra da kayboluncaya kadar arkasından bakmıştım. Sonra gelişini hatırlamıştım. Uçak gece 2’de varacaktı ve ben havaalanında beklemiştim. Yarım saat erken olmuştu iniş. Sonradan sen, birlikte el ele, sarmaş dolaş alandan çıkarken erken varış sebebinin, senin pilota “alanda sevgilin beklediği için hızlı gitmesini” rica etmen olduğunu söylemiştin.
Bir keresinde de seni Antalya hava alanında karşılamıştım. Yılbaşını birlikte Alanya’da geçirmeye karar vermiştik. O gün Antalya hava alanında seni iki saatten uzun süre beklemiştim ve uçak inip, sen kapıdan çıktıktan sonra birbirimize koşup, sarılmış ve sen beni kucağına alıp birkaç kez havada döndürmüşün de orada 2 saat beklediğime tanık olan biri “ beklemeye çok değermiş” demişti yanımızdan geçerken. Sen de “ne dedi?” diye bana sormuştun.
Yatağın yanında, pencerenin altındaki duvara dayalı o minik yemek sehpasının iki yanındaki sandalyelerden birinde oturmuş o yağmuru izleyip, radyoda da “Stairway to Heaven” ı dinlerken, birkaç damla gözyaşı da süzülüveriyor gözlerimden. Seninle geçirdiğim son günler olduğunu, biliyorum. Ve bunu büyük bir hüzünle de olsa kabul ediyorum. “Biraz acıyacak, sonra yine geçecek” diye düşünüyorum, “çok özleyeceğim, ama unutacağım”.
Bazı akşamlar o minicik masada şarabımızın da eşlik ettiği yemekler yiyoruz. Benim kafayı bulmamın en büyük belirtisinin çok fazla gülmem olduğunu biliyorsun. Bir keresinde yakındaki pizzacıdan -Pizzeria Sorrento- dönüşte eve yürürken bir gülme krizine giriyorum. Gülmekten yere düşer gibi oluyorum, sen de beni tutmaya çalışıyorsun ve dayanamayıp sen de kahkahalarla gülüyorsun.
Londra’da kiraladığımız evde de birlikte yemek yapıp şarap eşliğinde güzel sofralar kurduğumuz geliyor aklıma. Tarihin belki en soğuk günleriydi Londra’da. Ev ise sıcacıktı. Alanya’daki yılbaşından bir sonraki yılbaşında bu kez Londra’da buluşmuştuk. Orada da, Hard Rock Cafe’den birer t-shirt almıştık. O da seninle ilgili bir anı olarak hala duruyor. (Yıllar sonra yolun bir iş için Türkiye’ye düşünce beni de ziyarete geldiğinde o t-shirt i görüp “aa hala duruyor mu bu” diyecek idin.)
“Stair Way to Heaven” çalıyor, camdan dışarı, bahçeye ve camı yıkayan yağmura bakıyorum.
Bodrum’da o tanıştığımız Temmuz günü, benim yaz tatilimin son günü, son gecesi idi. (Sonradan sen “hep böyle olur, en son gün tanışılır” demiştin.) Seninle biraz daha görüşebilmek için, işe uyur-gezer gitmeyi göze alıp bir gün daha kalmıştım. Ayrılırken otobüs garında “Ben” dedin “Almanya’ya döneyim, tekrar gelirim”. Bir çeşit hayretle bakmıştım yüzüne. İşte ondan bir hafta sonra yine yoldaydın İstanbul’a doğru ve pilota “alanda sevgilinin beklediğini o yüzden hızlı gitmesini” söylüyordun.
“Stair Way to Heaven” çalıyor, camdan dışarı, bahçeye ve camı yıkayan yağmura bakıyorum. Bunun son buluşma olmadığını ummak istiyorum. Gözlerimden yaşlar süzülüyor.
Birkaç gün sonra, Münih hava alanında, senin gözlerinde ve dokunuşlarında tekrar buluşacağımıza dair bir belirti arıyorum.
Bulamıyorum.

ROBERT PLANT, Bir portre, Led Zeppelin Efsanesi ve Efsanevi Bir Güzellik

Image result for robert plant sexy hot

“Bu kadar güzel olmaya hakkın yok” derdi, beğendiği kızlara, onlu yaşlarların başındayken çok sevdiğim bir arkadaşım. Hayatımda bu cümleyi sarf edebileceğim biriyle hiç karşılaşmamıştım daha önce. 

Tarih boyunca pek çok güzelle, ya da hatta güzeller güzelleriyle karşılaştık. Bir sanat eseri izler gibi hayran hayran izledik mesela, o film yıldızlarını, kadın ya da erkek fark etmez. Ama hiç bu cümle belirmemişti zihnimde. “Bu kadar güzel olmaya hakkın yok”. 

Belki sadece şarkı söylerkendi o kadar güzel. Belki o, şarkısı, efsanevi sesi ve yorumu ve sahnesi ile bir bütündü, ama işte onu bir konser videosunda izlerken onlu yaşlarımda duyduğum bu cümle ilk kez, hafızamın derin çekmecelerinden kendiliğinden çıkmasına neden oldu, Robert Plant, "Bu kadar güzel olmaya hakkın yok!"
rpsinging2.jpg
"I'm Robert Plant and I'm the greatest rock'n'roll singer in the world"

Bu fotoğrafın çekildiği gün, kendisi bir gazeteciye: 
"Ben Robert Plant ve ben dünyadaki en muhteşem Rock'n Roll şarkıcısıyım"
demiş.
Robert Plant: 25 Şubat 1972, Auckland, Yeni Zelanda
Onun hakkında okuduğum onlarca makaleden birinde geçtiği üzere “68 kuşağı iseniz ve kadınsanız ve rock sevdalısı iseniz muhtemelen Robert Plant’ın cazibesine kapılıp gittiniz”. Başka bir makalede başka bir yazar şunu söylüyor: “Her zaman dehşetle şaşırmışımdır, Robert Plant nasıl aynı anda hem bu kadar androjen hem de bu kadar maskülen olabiliyor”. Ve videoların altında “Gelmiş geçmiş en çekici erkek olduğuna” dair onlarca yorum. “Evrendeki en güzel yaratık”, “Onunla 20 dakika birlikte olmak için evimi, arabamı, neyim varsa verirdim” gibi.
rpsinging3

Bu kadar güzel olmaya hakkı olmayan Robert, kutsal 70’li yıllarda şarkılarını söyleyip,  gerdan kırıp, saçını savurup, on binleri baştan çıkaracak şekilde gülümseyip, süzerek, bin bir perde sesiyle kendinden geçirdi.

Peki bir ömür, böyle güzel olunca, nasıl yaşanırdı?
İşin aslı “hakkı olmayan güzelliğin” bedelini çok ağır, ama çok ağır ödemiş gibi görünüyor.
20 Ağustos 1948’de Bromwich, Staffordshire, İngiltere’de başlamış Robert’in yaşamı. Onlu yaşlarının daha başlarında koyu bir blues ve ayrıca koyu bir Elvis Presley hayranı imiş. (O Elvis sonradan Robert’in anlattığına göre Mayıs 1974’te,  “Kim bu biletleri benden hızlı satılıp tükenen gençler, getirin bakayım” deyip oteldeki süitine tanışmak için çağıracaktı. “Bizi tanımak istemişti -ve aslında biz de kendimizi tanımak istiyorduk-” diyor gülerek.  Bu tanışmada ayrıca Elvis Robert’e kendisinin en sevdiği parçasının hangisi olduğunu soracak, sonradan Robert’i kapıdan uğurlarken onunla spontane olarak o şarkının düetini de yapacaktı).
Robert 16 yaşına geldiğinde artık müzik aşkı her şeyin ötesine geçer ve ailesinin kırmayarak girmiş olduğu muhasebe okulunu bırakıp, evini de terk edip tam zamanlı olarak kendini müziğe adar.  Blues söyleme fırsatı bulduğu birkaç gruptan sonra, “Band of Joy” u kurar. (50 yıl sonraki bir röportajında “Band of Joy için; “İnsan 17-18 yaşındayken dünyayı değiştirebileceğini sanıyor” diyor, röportaj videosunun altında bir yorum ise: “18 yaşındayken dünyayı değiştireceğini düşünmüş, 23 yaşına geldiğinde çoktan değiştirmiş”.
makal2

Kutsal 1968’de Robert 20 yaşında iken kuruldu Led Zeppelin . Grubun kurucusu ve tüm zamanların en iyi gitaristlerinden olan Jimmy Page yeni bir grup kurma hazırlıklarında iken, solist aramasını bu kadar güzel olmaya hakkı olmayan Robert’i bularak sonlandırdı. Jimmy Page kendisine Robert'i gidip dinlemesini tavsiye eden müzisyene "Nasıl bir tip?" diye sorduğunda da şu cevabı almıştı "Yunan Tanrıları gibi. Ama bunun ne önemi var tanrı aşkına, esas sesini dinlemelisin". İşte 1968 Temmuzunun son günlerinde Jimmy Page menajeriyle Londra'dan yollara düşüp Birmingham'a gelip bir okul partisinde Robert'i dinlediğinde aklına hemen şu düşüncenin geldiğini söylüyor "Bu çocuğun bu güne kadar dünya çapında bir şöhret olmaması imkansız. Acaba engel neydi? Kötü huylu ve geçimsiz biri mi? Ruhsal bir rahatsızlığı falan mı var?" Ancak öyle değildi ve Rock tarihinin en muhteşem solist-gitarist ikilisinin doğuşu idi o günkü karşılaşma. 

Jimmy Page - Robert Plant

Sonradan bir 1975 röportajında Robert şöyle söyleyecekti "Artık Jimmy ile birçok bakımdan tek kişi haline geldik" "The two of us are almost umbilically attached in some strange way and have been down the years. And that's survived everything from the time I was 19 to now". 
Rock'un "Golden God"ı olarak anılacak, Led Zeppelin'in parlak yıldızı olarak sahnenin önünde yer alacak olan Robert'in nasıl doğuştan star olduğunu bir de yolu kesişmiş olanlardan dinleyelim: 

"Robert Plant'ı ilk kez 66/67 yıllarında çalıştığım benzin istasyonunda gördüm. Babası ona bayıldığı bir Morris Minor almıştı. Gerçekten çok sıcak kanlı ve ömrümde o zamana kadar ve şimdiye kadar gördüğüm en karizmatik insandı. Sonradan gruplarda solist olarak yer aldı. Gerisi tarihi olaylar zinciri zaten. Jimmy Page ve menejeri Peter Grant gelip onu gördüler."

Robert Plant, 1965, Okul zamanı
Okul arkadaşı Gary Tolley: "Rob çok yakışıklıydı ve daima olan biten her şeyin merkezinde yer alırdı. Onda bir şey vardı. Karizma sanırım. Okul üniforması giyerdi ama bir şekilde asla diğer öğrencilerle aynı görünmezdi. Robert alnındaki buklelerle ve dönmüş yakalarıyla salonuna girerdi ve siz bütün öğretmen ve sınıf başkanlarının gözlerinin parladığını görebilirdiniz."

Aynı döneme tanıklık eden Paul Rodgers 'da (Free ve Bad Company vokalisti) şöyle anlatıyor: "Robert'i Free ile çalıştığım sırada Birmingham'da tanıdım. Her şeyi ile mükemmeldi, her şeyi vardı. Saçlar, çekicilik. Tek eksiği bir grup idi. Ve o grup da onun ayağına geldi". 


Al Atkins de şöyle anlatıyor: "Robert'in kökü her zaman Blues olmuştur. Onunla Blues hakkında konuştuğunuzda ne kadar derin bilgisi ve kültürü olduğunu anlardınız. Blues hakkında her şeyi bilir. Onunla bu konuda hiçbir şekilde tartışmaya giremezsiniz ve bu kadar bilgiyi nasıl edindiğine hayret ederdiniz"


1963'te 15 yaşındayken solistliğini yaptığı The Jurymen'in gitaristi John Dudley "Rob, bizim hiç bilmediğimiz bir müzikle çok ilgiliydi. Yani, Tanrı aşkına, Blues hakkında bu kadar bilgiyi nereden edinmişti hiç bilmiyorum. Örneğin Sonny Boy gibi Blues sanatçıları hakkında sonsuza dek konuşabilirdi"

O dönem için kendisini şöyle anlatıyor; "Blues dinler, Kafka, Camus ve Sartre okurdum" "Savaştan yeni çıkmış, fazla gösterişli olmayan İngiltere'de kendime bir çıkış yolu bulmak zorundaydım. Ve buldum" 

Robert grup kurulurken Jimmy Page'e Band Of Joy’da beraber olduğu ve hep "kardeşim" diye söz ettiği, sonradan tarihin en iyi davulcusu olarak anılacak olan John Bonham’ı teklif etti. Ve grup, malum 1969’da patladı. Şu anda birçok otorite bütün zamanların en iyi rock/hard rock grubu olarak nitelendiriyor. Grupla ilgili benzer yorumlardan biri şöyle: 7 Eylül 1968’de John BonhamJohn Paul JonesJimmy Page ve Robert Plant, Gladsaxe, Danimarka’da ilk kez birlikte sahne aldılar. Grup aynı ay daha sonra, ilk çıkış albümleri LED ZEPPELIN’in kaydına başlamak için stüdyoya girecek ve Rock’n Roll bir daha asla eskisi gibi olmayacaktı” 

Related image
Led Zeppelin 1968
Kendisiyle yeni yapılmış olan bir röportajında. “O grupla başladığımızda, o günlerde, onlu yaşlarımı henüz geçmiştim. Ve birlikte çaldığımız o çocuklar olabilecek en muhteşem müzisyenlerdi. Bol enerji vardı, kendini dışa vurma vardı ve hatta bazen fazlasıyla cafcaflı olmak vardı. O zamanki ortam öyleydi, her şeyin çok fazlası vardı” diyor. Grubun sürekli devam eden başarısının ana faktörünün ne olduğu sorulduğunda “Dördümüzün beraber yaratma sürecindeki coşkusu, heyecanı, birlikte olmanın mutluğu" diyor. "Biz eğlendiğimiz için insanları da eğlendirdik". “Biraz safça bulabilirsiniz, çünkü şimdilerde eğlence piyasasında her şey planlı olarak yapılandırmakta, oyun kurallarına göre oynanmakta. Ama biz hiç oyunun kuralına göre planlamıyorduk, bir şeyleri planlamadık. Yaptığımız şey sadece konserlere çıkmaktı, sonra konserler giderek büyüdü, kalabalıklar giderek büyüdü ve biz giderek daha çok eğlendik” (Yani işte ilk ağza göre Led Zeppelin efsanesi bu kadar basitmiş).
Led Zeppelin in concert in San Francisco, 1973
Robert, 1968’de, grubun oluştuğu dönemde, 20 yaşında iken, İngiltere'deki ilk turları sırasında, bir konser sonrası, aynı mekanda evlendi (9 Kasım 1968). Ve dünyalar güzeli 2 de çocuğu oldu. Önce kızı, 1968'de Robert 20 yaşında iken, sonra oğlu 1972'de, Robert 23 yaşında iken. 19-29 gibi erken bir yaş onun güzelliğinin, baş döndürücü şöhretinin, baştan çıkarıcılığının, “Altın Tanrı”lığın tavan yaptığı yıllar. 
golden

Mart 1975'te Amerika'da kaldığı bir otelin balkonunda gazeteciye poz verirken kollarını açıp “Ben Altın Tanrıyım” diye bağırdığı yıllar. Sonradan 2012’de Annual Kennedy Center Honors’da Led Zeppelin’e “Bütün Zamanların En İyi Rock Grubu” ödülü verilirken, sunucu Robert Plant için “O tam felaket bir baştan çıkarıcıydı” ifadesini kullanıyor.
“Bu kadar güzel olmaya hakkı olmayan Robert” hayatta ilk ve diğerlerine göre hafif kalacak darbesini 4 Ağustos 1975'te , 27 yaşındayken Rodos’ta tatil sırasında, karısı ve çocuklarıyla geçirdiği trafik kazası ile yaşıyor. Neredeyse 27’liler kulübüne (Hepsi 27 yaşında ölen Rock ağırlıklı müzisyenler) dâhil olmasına ramak kalan bu kaza sonrası aylarca tekerlekli sandalyeye mahkûm kalıyor. Konserler, yeni albüm kayıtları, hepsi sekteye uğruyor. Jimmy Page "Hepimiz Robert'in bir daha ayağa kalkıp kalkamayacağı konusunda endişeliydik" diye anlatıyor o günleri. Sonradan Presence albümünü hazırlarken de stüdyoya tekerlekli sandalye ile giriyor. Tam iyileşmesi de 2 seneyi buluyorsa da grup 1976’da turnelerine, konserlerine devam ediyor.
Image may contain: one or more people

Hayatının ikinci ve esas trajedisi 2 yıl sonra geliyor. Ki aslında Robert o yıllarda hem sahnede hem ailesiyle olan fotoğraflarda dünyanın en mutlu insanı olarak görünürken, hele ki oğluyla oynarken. Kucağında, omzunda, sırtında pozlar verirken.
karac2
İşte o oğlan, 1977 Temmuzunda, Robert 29 yaşında iken, Led Zeppelin bir Amerika turnesinde, yeni vardıkları bir şehirde, bir otele giriş yaparken, karısından gelen bir telefonla haberini aldığı şekilde, 5 yaşında, bir “mide virüsü” hastalığı ile aniden ölüyor.
Robert –evladını kaybeden her ebeveyn gibi- dağılıyor, mahvoluyor. Ve müziği, eğlenceli hayatı, sahne ışıklarını bırakma kararı alıyor. Bu en zor zamanında yanında olan, ona sonsuz destek veren “en iyi dostumdu, kardeşimdi” dediği, grubun kuruluşunda kendi arkadaşı olarak gruba kattığı ve tüm zamanların en iyi davulcusu kabul edilen John Bonham. Bu dost onu grubu bırakmaktan da uzun bir çabayla vazgeçiriyor. Ve ancak bir yıl sonra, Jimy Page’in anlattığına göre, Robert tekrar ortaya çıkmaya karar verebiliyor ve grup provalara tekrar başlıyor. Grubun 1979’da çıkan “In Through the Out Door” albümünde yer alan “All My Love” isimli parça Robert’in ölen oğlu için yazdığı parça. Ve söyleyişindeki keder gerçekten göz yaşartıcı. Daha sonra yaptığı solo çalışmalar sırasında 1992'de çıkardığı "I Believe"i de oğlu için yazar. Şarkının sözleri Robert'in acısının aslında sonsuza dek sürmekte olduğunun göstergesi. 
İşte Robert, oğlunu kaybettiği, 77’den sonra bambaşka biri oluyor. Şöyle anlatıyor olanı “Çocuğum ölmüştü, her şey değişmişti. Oğlan çocuğu devrim sona ermişti 29 yaşındaydım ve yerle bir olmuştum. Biraz zamanından önce olmuştu, ama işte olan tümüyle buydu. Bitmişti. Ondan sonra her ne olacaksa farklı olacaktı. Ve öyle oldu”.

Evet, aslında o 77 yılına, oğlunun ölümüne kadar tam bir şımarık oğlan çocuğu imiş. 70’lerin imza tanımı “sex-drug and rock&roll” her Rock grubu için geçerliydi. Led Zeppelin altın çağındaydı. Özel jetleri ile devamlı dolaştıkları konser turnelerindeydiler. 
rp 52

Ki bu kadar güzel olmaya hakkı olmayan Robert ise Zeppelin’in adeta güzellik vitrini idi, statlar dolusu kalabalığı baştan çıkarma amaçlı bir güzellik, efsane sesinin ve yorumun yanı sıra tabii. Bu güzellik “groupie” lerin de en gözde hedefi yapmıştı onu. (Groupie, Rock gruplarına turnelerde eşlik eden kızlar idi. Yani, onlarla birlikte olmak için kuyruğa giren hayranları idi.) Bu kızlar genelde bir gece kulübünde grup elemanları ile tanışır, beğenilenler davet alınırdı ve turnenin sonuna kadar o grup ile seyahat eder, otellerde onlarla kalırlardı. Mesela Tom Jones “Yılda 250 kızla birlikte olduğunu” söylerken, işte bu groupie’lerden söz ediyordu.  Yani Robert, şöhretin, çekiciliğinin, yaramaz oğlan çocukluğunun zirvesindeyken hayatının trajedisi ile karşılaşmıştı ve bu onu sonsuza dek değiştirmişti.

Robert Plant

Kasım 2016 röportajında: "Her şeyi bırakıp eve koştum. Kendim, o zamanki eşim ve kızımız sekiz yaşındaki Carmen ile her gün uğraşarak sağlam kalmaya çalışıyoduk. Ama medya bize hücum etti. Hatta eve girmeye çalıştılar. "Her şey bu hale nasıl geldi" diye düşündüm. Yaşam, müzik ve her şeyin tılsımı yok olmuştu. Ve belli oranda  da asla geri gelmedi. Her çeşit keyif verici maddeyi bıraktım. Bildiğim tek şey, grupla işim bitmişti ve öğretmen olmak için eğitim alacaktım. Tek istediğim çocukların neşelerine yakın olmaktı. Beni müziğe devam etmeye teşvik eden Bonzo ve karısı oldu."

Oğlunun trajik ölümünden ancak bir yıl sonra toparlanıp tekrar müziğine dönebildikten sonra yaşam ona üçüncü darbeyi vurmakta gecikmiyor. O “en iyi dostu”, “kardeşi” olan, 
grubun davulcusu John Bonham, 25 Eylül 1980’de aşırı doz alkol sonucunda uykusunda boğularak vefat ediyor. Ve Led Zeppelin 2 ay sonra bir basın bildirisi ile artık devam etmeyeceğini dünyaya duyuruyor. Şimdilerde hala yapılan röportajlarda “Yeni bir davulcuyla devam edemez miydiniz” sorusuna, “ O grup Led Zeppelin olmazdı” yanıtını veriyor. Zaten Bonham’sız bir grubun artık Led Zeppelin olmayacağı konusunda bütün grup üyeleri hemfikir.
bonzo and robert
makal3

Ve efsanevi grup, tarihe ciddi, derin bir iz bırakarak, 1980 yılında bu şekilde sona eriyor.

Ancak Bonzo'nun trajik ölümünün travmasını atlatamıyor Robert. Çok sonra anllatığına göre, Led Zeppelin'e ait ne varsa yaşamından silmek istiyor. Önce de saçlarını kesiyor. Takılarını atıyor, giyimini değiştiriyor. 2 yıl boyunca hiç Zeppelin dinlemiyor. 2 yıl sonra, kızının bir müzisyen bir arkadaşının gelip Black Dog için yaptığı bir yoruma sinirlenip, o yoruma cevap vermek için açıp dinletiyor. Sonra oturup bütün albümü baştan sona dinliyor. O anda hayatta istediği şeyin şarkı söylemek olduğunu anlıyor. "Ama Led Zeppelin ile değil". Ve ondan sonra bambaşka bir tarzda solo kariyerine başlıyor. Ve önce küçük barlarda, tanınmayacak bir şekilde, kendi değimiyle "secretly" şarkı söylemeye başlıyor. (Ki ben de tam bu noktada çok şaşırıyorum, İngiltere'de küçük bir barda seyirci olsanız sahneye çıkanın Led Zeppelin'in solisti olduğunu nasıl anlamazsınız, neyse) 
80’den sonra Led Zeppelin olarak bir araya geldikleri ender birkaç etkinlikte o dönemin parçalarını gönülsüzce söylediği yazıyor birçok kaynakta. Bazen grup arkadaşlarının zorlamasıyla. Hele grubun imza parçası “Stairway to Heaven”i ki bugün hala her jenerasyondan Rock sevdalılarının hayranlıkla dinlediği, bazılarınca tüm zamanların en iyi Rock parçası olarak nitelendirilen parçasını da en gönülsüz şekilde söylüyor. 

Grup son bir kez 2007’de Ahmet Ertegün için yeniden bir araya geldi. Londra'daki konser için bütün dünyadan 20 Milyon bilet talebi ile.
Jimmy Page’in davulcu olarak 80’de kaybettikleri John Bohnam’ın yerine oğlunu alarak grubu tekrar bir araya getirme çabaları oluyor. Ancak Robert bu birleşmeyi tümüyle reddediyor ve hala etmekte. “Çünkü” diyor “John bizim bir parçamızdı ve dördümüz çok çok özel bir durumu paylaştık.” Başka bir röportajda Led Zeppelin’e olan gönülsüzlüğünü bir de şöyle açıklıyor: “Led Zeppelin’in solisti olmak demek spesifik olarak bir rock and roll şarkıcısı olmayı gerektir. Ama artık bu benim olmadığım bir şey.  Ben sadece bir şarkıcıyım. O eski şarkıların sözleri de tümüyle genç bir adama ait”. (Çünkü grubun parçalarının söz yazarı ağırlıklı olarak bu kadar güzel olmaya hakkı olmayan Robert idi) “Grup olgunlaştıkça yazdıklarının giderek daha iyi olduğunu düşünmesine rağmen”. Ayrıca yine Zeppelin’in yeniden birleşmesi ile ilgili olarak “Bir grup canı sıkılmış yaşlı adam olarak,  etrafta Rolling Stone’un arkasından gezerek, asla turnelere çıkmamaları gerektiğini” söylüyor : ). Yeni grubundan ve yaptığı müzikten çok memnun, çok mutlu. “Belki artık kız bluzları giymiyorum ama o zamanki müzik tutkum aynı şekilde devam ediyor” diyor. “Artık bağırmadan şarkı söylemeyi seviyorum, etrafta yeteri kadar ve çok güzel keman sesleri var zaten”.
“Bu kadar güzel olmaya hakkı olmayan” Robert, o güzelliğini ve belki de o güzellikle ilintili yıllarını paketleyip kaldırmış. Muhtemelen, 19-29 yaş aralığını kendi aşırılık yılları olarak görüyor ki bir röportajında oğlunu kaybettiği 77 yılında drug ve kokaini tümüyle bıraktığını söylüyor. (60 lı-70 li yılların rockçuları ve çiçek çocukları için çok yabancı kavramlar değildi tabii bunlar) 19-29 yaş aralığında çekilmiş oldukça marjinal durumları yansıtan fotoğrafları da var. Bütün aşırılıklara, bu yaşadıklarından sonra son vermiş. Şöyle diyor bir röportajında: “Öncelikle 1975’te geçirdiğim kaza ve sonra 5 yaşındaki oğlumu 1977’te kaybettikten sonra, ben artık aynı kişi değildim.”
Şimdilerde o bambaşka bir müziği, bambaşka bir grupla yapmakta. Led Zeppelin’in tekrar bir araya gelmesi sorularını da 
rpfilm
hep “İnsanlar hayatta ileri gitmeli, dönüp geçmişi tekrarlamamalı” diye geçiştiriyor ve muhtemelen o “haksız güzellikteki” yıllarını çok fazla özlemiyor. O her daim baştan çıkarmaya yönelik hınzır gülümsemesinin yerini şimdilerde onlarca yılın, zaman zaman çılgın yaşanmışlığın izlerini taşıyan olgun ve bilge bakışlar almış. Ama yine de kendisiyle yapılan çokça röportajlardan birinde raportörün sorduğu “Şimdi o eski sahnelerinizdeki videolarda kendinizi izlerken, o yıllardaki halinizle nasıl bir bağlantı hissediyorsunuz” sorusunu omuzunu silkerek, “Same guy” diye yanıtlıyor. “Aynı kişiyiz”. Yakın geçmişteki bir röportajında da “Şimdi o zamanki sahnelerimi izlemek çok ilginç. O çocuğa baktığımda o gecenin sonunda nasıl, neler hissettiğini merak ediyorum” diyor. Röportajı yapan soruyor: “Çocuk derken, o sen olan çocuk mu?”, Gülümseyerek “Evet”, “Gerçekten mi, onun ne hissettiğini bilmiyor musun?” Gülerek “I can not imagine” diyor.
Robert Plant efsane grubun efsane solisti olduğu bir sırada, çok sevdiği oğlunu ve hayattaki “en yakın dostunu ve kardeşini” kaybetmenin travmasını yaşadıktan sonra, dünyanın ona verdiği “Rock Tanrısı” sıfatını da gözünü kırpmadan arkasında bırakarak ve neredeyse bir daha anmak istemeyerek, çok değişik bir yaşama geçmiş.
Bu kadar güzel olmaya hakkın var mıydı, çocuk?

*******

Led Zeppelin Türk Facebook: https://www.facebook.com/groups/turkledzeppelin/






*******************





***********************

Bonus: Stairway to Heaven  (Basın çalsın) 










Bir çevirim: Bir Şiir (SONSUZLUĞA DÖNÜŞ)

The Never Ending Endlessness – LoveHasWon.org
***
Nerede tanımıştım seni daha önce?

Galaksilerin pırıltıları arasında nerelerde oynadık,
gülerek, dans ederek, her gecemizi tek tek yaratarak
yeni yaşamlara karar verdiğimiz, sonradan atılmak için.
Sevgi, sen, sonsuzluk ve ben
korkusuzca, şüphesizce.
Seni nerede tanımıştım daha önce?

Seni neredeyken bu denli sevmiştim daha önce?
Sadece daha dün müydü,
yoksa asırlarca önce mi?
Öptüm, dokundum, sarıldım
ve muhtaç oldum sana öylesine çok.
Şimdi çok farklıysa da yüzün,

Yine de sen, sen sensin, sadece sen,
Hala göz alan ve gümüş gibi parlayan
dans eden harika ışıltılarla parlayan

Yaşamıma girer girmez tanıdım seni,
o sonsuz ebedi gecede,
Neresiydi o seni çok sevdiğim daha önce?

Nerede incitmiştim seni daha önce?
Nerede incittim seni o kadar derin- öylesine derin ki
beni tanımadığını söylediğini duyacak kadar.
Oysa yalnızca sendin beni kurtarabilecek olan

Ateş Tanrısı'nın dünyasını savunan o zalim hükümdarın esaretinden,

Neresiydi o aklımı karanlık uykularla doldurduğum?

Nerede kaybettim seni daha önce?
Yaşamını verdiğin anda mıydı,
hani şu Firavunu kurtarırken?
Yoksa altın Ana Gemimizin uçup gittiği sırada mıydı,
Satürn'ün halkalarından?
Ya da anlaşmamızı yaptığımız ve
mor boşluğa doğru sürüklendiğimiz sırada mıydı?
Buluşacağımıza çok emindik de diğer tarafta
oysa öyle bir yer yok muydu?
Nerede kaybettim seni daha önce?

Nereden tanıyorum seni ben
Gördüğüm anda bildim yeniden bulduğumu,
o her rüyaya uğrayan binlerce şarkının şarkıcısını,
o eskiden bulunduğumuz yerleri anımsatan,
zihnimdeki renklerin ressamını.
Şimdi çok açık görüyorum ki-o aydınlanmakta olan gerçeği:
Bütün geçmiş sürüklenmeler uzaklaşmakta
ve sen geri dönmektesin benim en sevgili dostum.

Asla gitmemiştin ki.

Neville Potter.
Çeviri: Zeynep Nihal



Where Have I Known You Before

Where have I known you before
Where did we play among galaxies bright
Laughing and dancing, creating each night
Deciding the course, to then venture on out
Love, you, space and I
Free from fear, free from d
oubt
Where have I known you before
Where have I hurt you before
Where did I hurt you so deep - so deep
To hear you say you knew me not
When you alone could save me there
And free me from that tyrant’s keep
Defender of the Vulcan worlds
Where filled my mind with blackened sleep
Where have I hurt you before
Where have I loved you before
Was it just yesterday
Or millennia ago
I kissed, touched, held and needed you so
Your face is so different
Yet you, you’re you, just you
Still glowing and silvery bright
Wondrous dancingly bright
I knew you the moment you entered my room
That infinite eternal night
Where have I loved you before
Where did I lose you before
Was it when you gave your life
To save that pharaoh king
Or when our golden mothership took flight
Far away from Saturn’s rings
Was it when we made the pact
Then drifted into violet space
So certain we would meet the other side
But there was no such place
Where did I lose you before
Where have I known you before
The moment I saw you I knew
I had found again the singer of a
Thousand songs
That haunted every dream
The painter of the colors of my mind
Reminding me of places we had been
I’m seeing clearer now - the truth unfolds
The past all drifts away
You’re back again my dearest friend
You never went away
Neville Potter.