Bu Blogda Ara

10 Mayıs 2018 Perşembe

- AŞK - SENİ BEKLERKEN Bodrum-Stuttgart-Londra-Antalya-Ingolstad.


Stairway to Heaven” çalıyor radyoda, Almanya’nın  bol yağmurlu bir öğleden sonrasında. Ingolstadt ’ta, Münchener Strasse’deki o geçici olarak kalmaya gelince tuttuğun, büyük, temiz, güzel, beyaz badanalı, enine uzun binadaki şirin stüdyo dairenin tek penceresinden Almanya’nın her santimetre karesi gibi yemyeşil olan arka bahçeye, yağmurun yıkarcasına vurarak indiği camın arkasından bakıyorum.

İçimde o imkansızlığı aşamama duygusu. İki sene süren bitiş ve tekrar başlama odaklı, Almanya-Türkiye arasında süregelen bu beraberliğin son buluşması olabilir bu. O yüzden buruk bir mutlulukla seninleyim.
Senin sabah erkenden çıkıp, akşam üstü döndüğün saate kadar ben kendimce zaman geçiriyorum, genellikle yürüyüşe çıkıyorum, peri masallarındakini andıran evlerle donanmış sokaklardan, bazı evlerin de resmini çekerek kasabanın merkezine doğru yürüyorum. Danube Nehrinin üzerindeki köprüden de geçip, her Alman kasabasında olan o trafiğe kapalı alışveriş alanında mağazalara bakıyorum, bir kafede bir şeyler yiyip içiyorum. Sonra ya seninle buluşuyoruz, ya da yine nehrin üzerindeki köprüden geçip eve dönüyorum.
Hafta sonuna rastlayan günümüzde Riedenburg’a gezi yapıyoruz. Yine nehir kenarında, yeşillikler içinde, tipik, güzel mimarisiyle bir Alman köyü. Köyün çevresindeki ormanlık tepede yürüyoruz. Mağaraların olduğu değişik bir park. Sen bana o mağaraların özelliklerini anlatıyorsun. Sonra nehir kenarındaki kafelerden birine oturup çay-kahve-pasta alıyoruz. Kafenin bir tarafında bir orkestra Almanca olduğu için kulağıma tuhaf gelen, marş gibi dans müziği çalıyor ve yaş ortalaması 65-70 olan çiftler slow dansa kalkıyor. Eşi olmayan kadınlar da birbirleriyle dans ediyor. Sonra Bruckstrasse’deki küçük meydanın sonundaki birkaç dükkânın bir arada olduğu (pasaj gibi) beyaz, şirin, iki katlı bir binaya doğru yürüyoruz. Binanın içindeki bir hediyelik eşya dükkânından “I love Riedenburg” yazılı bir t-shirt alıyorum. Onu alırken seninle belki de bir daha hiçbir araya gelmeyeceğimizi ve bu t-shirtin de seninle ilgili anılarımın arasında yerini alacağını düşünüyorum.
Sana kızıyorum belki biraz, ama bundan daha çok seni anlıyorum. Yine de bir keresinde artık umarsızlığının verdiği acı doluyor, taşıyor, dışa vuruyor ve “ben gidiyorum” diyorum. Sen oturuyorsun, ben tam önünde sana yakın ayaktayım. Kızgın -mı yoksa hüzünlü mü- gözlerle sana bakıyorum. Almanca,“gitme, burada benimle kal” diyorsun. Bu “gitme burada benimle kal”ın anlamının “çünkü seni çok seviyorum ve bir daha kaybetmek istemiyorum, gitme, aşk böyle, bu şekilde devam etsin” olmadığını ve aslına “çünkü şunun şurasında iki gün daha birlikte olacağız, şimdi olay yaratmayalım da bu iki günün keyfini çıkartalım, nasıl olsa bir daha görüşmeyiz” olduğunu anlıyorum. Sonradan Münih havaalanında beni yolcu ederken oturduğumuz kafede, artık ayrılmamıza dakikalar kala, ben bu imkânsız (mıydı?) ilişkinin devam edebileceğine dair bir belirti arıyorum gözlerinde ama seni sıkmamak ve böylece bu olasılığı da yok etmemek adına hiçbir şey sormuyorum. Soru bakışlarımda gizli olmalıydı ki sen artık bir daha göremeyecekmişiz gibi davranıyorsun.
Yağmurlu camın ardından bakarken, sonra aklıma senin daha önce İstanbul’dan ayrılışlarından biri geliyor. Sıcak bir Eylül gününde (çünkü doğum gününü birlikte geçirmek için gelmiştin) seni yolcu ediyordum. Uzun uzun sarılmıştık ve masmavi gözlerin dopdolu olup bir iki damla yaş yuvarlanıvermişti yanaklarına. Sonra, sen kapıdan geçip gittikten sonra kendimi boş bir çuval gibi hissetmiştim. Hemen ayrılmamış, uçağın kalkmasını beklemiş ve uçak gökyüzünde bir nokta olup sonra da kayboluncaya kadar arkasından bakmıştım. Sonra gelişini hatırlamıştım. Uçak gece 2’de varacaktı ve ben havaalanında beklemiştim. Yarım saat erken olmuştu iniş. Sonradan sen, birlikte el ele, sarmaş dolaş alandan çıkarken erken varış sebebinin, senin pilota “alanda sevgilin beklediği için hızlı gitmesini” rica etmen olduğunu söylemiştin.
Bir keresinde de seni Antalya hava alanında karşılamıştım. Yılbaşını birlikte Alanya’da geçirmeye karar vermiştik. O gün Antalya hava alanında seni iki saatten uzun süre beklemiştim ve uçak inip, sen kapıdan çıktıktan sonra birbirimize koşup, sarılmış ve sen beni kucağına alıp birkaç kez havada döndürmüşün de orada 2 saat beklediğime tanık olan biri “ beklemeye çok değermiş” demişti yanımızdan geçerken. Sen de “ne dedi?” diye bana sormuştun.
Yatağın yanında, pencerenin altındaki duvara dayalı o minik yemek sehpasının iki yanındaki sandalyelerden birinde oturmuş o yağmuru izleyip, radyoda da “Stairway to Heaven” ı dinlerken, birkaç damla gözyaşı da süzülüveriyor gözlerimden. Seninle geçirdiğim son günler olduğunu, biliyorum. Ve bunu büyük bir hüzünle de olsa kabul ediyorum. “Biraz acıyacak, sonra yine geçecek” diye düşünüyorum, “çok özleyeceğim, ama unutacağım”.
Bazı akşamlar o minicik masada şarabımızın da eşlik ettiği yemekler yiyoruz. Benim kafayı bulmamın en büyük belirtisinin çok fazla gülmem olduğunu biliyorsun. Bir keresinde yakındaki pizzacıdan -Pizzeria Sorrento- dönüşte eve yürürken bir gülme krizine giriyorum. Gülmekten yere düşer gibi oluyorum, sen de beni tutmaya çalışıyorsun ve dayanamayıp sen de kahkahalarla gülüyorsun.
Londra’da kiraladığımız evde de birlikte yemek yapıp şarap eşliğinde güzel sofralar kurduğumuz geliyor aklıma. Tarihin belki en soğuk günleriydi Londra’da. Ev ise sıcacıktı. Alanya’daki yılbaşından bir sonraki yılbaşında bu kez Londra’da buluşmuştuk. Orada da, Hard Rock Cafe’den birer t-shirt almıştık. O da seninle ilgili bir anı olarak hala duruyor. (Yıllar sonra yolun bir iş için Türkiye’ye düşünce beni de ziyarete geldiğinde o t-shirt i görüp “aa hala duruyor mu bu” diyecek idin.)
“Stair Way to Heaven” çalıyor, camdan dışarı, bahçeye ve camı yıkayan yağmura bakıyorum.
Bodrum’da o tanıştığımız Temmuz günü, benim yaz tatilimin son günü, son gecesi idi. (Sonradan sen “hep böyle olur, en son gün tanışılır” demiştin.) Seninle biraz daha görüşebilmek için, işe uyur-gezer gitmeyi göze alıp bir gün daha kalmıştım. Ayrılırken otobüs garında “Ben” dedin “Almanya’ya döneyim, tekrar gelirim”. Bir çeşit hayretle bakmıştım yüzüne. İşte ondan bir hafta sonra yine yoldaydın İstanbul’a doğru ve pilota “alanda sevgilinin beklediğini o yüzden hızlı gitmesini” söylüyordun.
“Stair Way to Heaven” çalıyor, camdan dışarı, bahçeye ve camı yıkayan yağmura bakıyorum. Bunun son buluşma olmadığını ummak istiyorum. Gözlerimden yaşlar süzülüyor.
Birkaç gün sonra, Münih hava alanında, senin gözlerinde ve dokunuşlarında tekrar buluşacağımıza dair bir belirti arıyorum.
Bulamıyorum.

1 yorum:

  1. Yaşamda ne acıdır ki imkansız aşklar olabiliyor ve "O"na duyulan özlem ulvi sayılabilecek kadar hassaslasabiliyor.Yazar bize bunu çok güzel aktarmış Zeynep hnm.elinize sağlık.

    YanıtlaSil