Bu Blogda Ara

29 Mayıs 2018 Salı

Bir Çevirim: Liberal Demokrasi Krizde, The Guardian, 27 Mayıs 2018


Liberal Demokrasi Krizde.  Ama biz onun ne olduğunu biliyor muyuz?

  • 27 Mayıs 2018'de, The Guardian'da yayınlandı. 
  • Yazar: Helena Rosenblatt, New York, Graduate Center of the City Universitesinde tarih profesörü. Çıkacak olan “Liberalizmin Kayıp Tarihi: Antik Roma’dan 21. Yüzyıla” isimli kitabın yazarı.
25 yıl önce Freed Zakaria yeni ve büyümekte olan bir tehlikeye karşı uyarıda bulunmuştu: “Liberal (özgürlükçü) Olmayan demokrasi” dünya çapında yükselmekte idi.

Demokratik yollarla seçilen hükümetler özgürlükçü (Liberal) esasları küçümseme alışkanlığı edinmişlerdi. Hukuk kuralarını açıkça ihlal etme ve halklarını temel haklardan ve dokunulmazlıklardan yoksun bırakma yoluna girmişlerdi.

Bugün, artık birçok insan bir varoluş krizinin sarsıntıları üzerinde durduğumuza inanıyor. Liberal demokrasi "artık yıkılmaya, arzu edeceğimizden çok daha yakın” diye yazmakta Ed Luce, Financial Times’da. Hatta ABD eski dışişleri bakanı Madeleine Albright yeni kitabında faşizmin yeniden canlanıyor olması konusunda uyarılarda bulunmakta.

Bugün artık Amerikan demokrasisinin kendisinin risk altında olduğuna dair de giderek büyüyen bir fikir birliği mevcut. The Economist, ABD’yi şimdiden “kusurlu demokrasiler” kategorisine katmış durumda. Tam da burada başka bir tehlike daha mevcut: Amerikalılar demokrasi konusuna giderek daha çok boş veriyorlar, geleneksel ideallerine olan ilgilerini giderek kaybediyorlar. “Liberalizm başarısız oldu”, diye yazmakta Patrick Deneen. David Brooks ise New York Times’daki yazısında “Problem, liberallerin kendi liberal demokrasi değerlerini nasıl savunduklarını unutmuş oldukları”, diyor. “İlk prensiplerine geri dönmek zorundalar, özgürlükçü demokrasinin genel kurallarını hatırlamak zorundalar” diye devam ediyor.

Esas sorun özgürlükçü demokrasinin tam olarak ne olduğunu bilmememiz. Ortalıkta konuyla ilgili tonlarca kitap, yok oluşuyla ilgili yine tonlarca makale ve fikir dolaşmakta ama yazarları aynı konuda konuştuklarını sanarak aslında çok değişik konulara değinmekte. Çünkü hepsinin terminolojisi farklı. Kavramlar konusunda değişik tanımlamaları var. Ed Luce özgürlükçülüğü bir şekilde tanımlarken, David Brooks başka bir şekilde, Patrick Deneen daha başka bir şekilde. Daha aynı kavramlardan konuşmuyor iken, bizler nasıl özgürlükçü demokrasi hakkında doğru dürüst bir tartışma yapabiliriz ki?

Gerçi problem anlam tartışmalarından da ötede. Terimler konusundaki karışıklık insanların düşünme sisteminde de karmaşaya neden olmakta ve liberallerin kendi politikalarının esaslarına ve zayıflıklarına dair anlayışlarını bozmakta.

Şimdi liberal demokrasi teriminin anlamını açıkça ortaya koyma ve kavramın nelere dayalı olduğunu tam olarak aydınlığa kavuşturma zamanı geldi de geçiyor. Bunun için de bu kavramın tarihini anlamamız gerekiyor.

Bu konuyla ilgili bir yaygın hata, liberalizm ile demokrasiyi birleştirmek üzerine. Bu iki kavram eş anlamlı değildir oysa. Kendi tarihsel gelişimlerinde hatta birbirleriyle bağdaşır bile değillerdi. Kendi tarihsel süreçlerinde, antik yunan zamanlarında, “demokrasi” “halk tarafından yönetilmek” anlamına geliyordu. Bazıları bunu bütün erkek vatandaşların direk olarak yönetime katılması olarak yorumladı. Diğerleri bunu erkek vatandaşların seçimine dayalı bir temsil sistemi olarak anlamlandırdı. Bununla birlikte, her iki durumda da, tam da 19. YY’ın içinde liberallerin büyük bir bölümü demokrasi fikrine düşman idi. Bu fikri kaos ve ayak takımı kurallarıyla yönetimle ilişkilendiriyorlardı. Demokrasi kavramının en fazla yükseldiği ve “klasik liberalizm” olarak anılan zaman diliminde bile demokrasi konusunda çok heyecanlı bir liberal ile karşılaşmak zor idi. Gerçekte ise, lberalizm anlayışında demokrasiyi frenleme niyetinin olduğunu söylemek yanlış olmaz.

Gerçekten de liberalizmi  kuranlar demokratlar değil idi. Benjamin Constant (Ç.N: 1767-1830, İsviçre-Fransız orijinli, politik aktivist ve politika ve din üzerine eserleri olan yazar), hem oylayanların hem de seçilenlerin varlıklılardan olması gerektiği konusunu çok sıkı savunmakta idi.  Fransız devrimi onun gibi liberallere kanıtladı ki, halk politik haklar için tamamiyle hazırlıksızdı. İnsanlar cahil, mantıksız ve şiddete eğilimli idi. Bu insanların baskısı ile hukuk sistemi askıya alındı, “halk düşmanları” giyotine götürüldü, haklar çiğnendi. Devrimin en demokratik dönemi aynı zamanda en kanlı dönemi oldu.

Napolyon'un despotluğu erken liberallerin demokrasi hakkındaki şüphelerini doğruladı
Evrensel biçimine uygun olarak, erkek oylamasına dayalı referandum ile legal hale gelen Napolyon’un despotluk dönemi de liberallerin demokrasi hakkındaki korkularının doğrulamış oldu. İmparatorun kazanması, Fransız halkının hiç şüphesiz kendi yönetimleri için sağlıklı olmayan tercih yapmış olmalarını ve doğuşlarından gelen propagandaya karşı hassaslıklarını kanıtladı. Napolyon’un sözde-demokratik rejimini isimlendirmek niyetiyle yeni buluşlar ortaya çıktı. (Ki bu aynı zamanda “demokratik despotizm” diye de isimlendirilmektedir) . Bazıları “Bonapartizm” (Ç.N:Bonapart kuralları tarafından yönetilme)  ya da “Caesarizm” (Ç.N:Diktatörlük) terimini kullanmakta. Constant ise “usurpation” (Ç.N:Gasp ile yönetim) olarak adlandırdı.

Bu “Usurpers” (Yani gaspçılar) sıklıkla kendi pozisyonlarını sağlamlaştırmak isterler bu nedenle de destek sağlamak için devamlı yalanlar ve propagandalar üretirler. Rejimlerine dayanak sağlamak için din otoriteleriyle ittifak kurarlar. Halkın kendi hainliklerine karşı dikkatlerini dağıtmak için gereksiz savaşlara girerler, bu sırada da kendi güçlerini sağlamlaştırırlar, ceplerini doldururlar ve kendi çevrelerini zenginleştirirler. En kötüsü de kendi yalanlarına ortak olmaları için kendi halkını oyuna getirerek baştan çıkarır, yozlaştırırlar.


Alexis de Tocqueville ( Ç.N:1805-1859, Fransız diplomat, politik bilimci ve tarihçi) de demokrasinin sonuçları konusunda derin kuşkulara sahipti. 1830 ve 1848 (diğer Napolyon tarafından gerçekleştirilen) yıllarındaki iki Fransız devrimi de onu büyük ölçüde sıkmıştı. Bir kez daha kanıtlanmıştı ki, kitleler demagoglar için kolay yem idi ve gelecekteki diktatörün en aşağılık içgüdüleri için kolayca pişerlerdi. Demokrasi ölümcül derecedeki bireyciliği beslerdi. (Tocqueville’nin sözlüğünde bencillik için kullanılan bir diğer kavram idi, bireycilik) 

Constant ve Tocqueville ( Ç.N:1805-1859, Fransız diplomat, politik bilimci ve tarihçi)  gibi ilk dönem liberalleri (özgürlükçüleri), demokrasinin tehlikelerini hesaplamak için epeyce vakit harcadılar. Halk egemenliğine bir sınır belirlenmeli, hukuk ve kişisel haklar garanti altına alınmalıydı. Ama gücü elinde bulunduran popüler kişi kolaylıkla çarpıtacağı ya da basit olarak yok sayacağı sürece hukuk kuralları da asla yeterli olmayacaktır. Liberal demokrasilerin hayatta kalması politik olarak eğitimli vatandaşlar gerektirmekteydi. Constant Fransa’da ülke çapında seyahat ederek Fransız halkına anayasaları, kendi hakları ve özgürlükleri konusunda öğretimlerde bulundu. Aynı amaçla bu konularda makaleler yazdı, konuşmalar yaptı. Gönüllü olarak özgürlük ve basın için savaştı.

Bu iki adam ayrıca liberal demokrasinin kurtuluşunun belli ahlaki değerlere de bağlı olduğuna inandılar. Liberal demokrasi bir halk olma ruhu ve ortak amaçlı topluluk olma duygusu gerektiriyordu. Tocqueville, “halk ahlakı” ve “halk erdemi”ni teşvik ve güçlendirme konusunda çok derin düşündü. Costant tüm etrafında gördüğü politik tatmin, ahlaki umursamazlık ve bencillik konularında kafa patlattı. Sadece diktatörler böylesine bir ahlak çökmesinden fayda sağlıyorlardı.

Böylesine bir ahlak azalışına nasıl karşı durulur? İkisi bunu da düşündü. Halk ruhunu taşıyan elitler temel taş olacaktı. “Aydınlanmış sınıf” ve “İyi niyetli adamlar” “gerçeğin misyonerleri” olmalıydı, şeklinde yazmıştı Constant.

İnsanları halkın yararına olmaktan alıkoyan kinizme (Ç.N: Erdemli olmak için dünya nimetlerinden vaz geçme)  karşı gayretlerini iki katına çıkarmak zorundaydılar. Tocqueville’nin dediği gibi, “demokrasiyi eğitmek” çok gerekliydi. “Ve bunu uygulamaya koymak bugünkü toplumun liderlerinin öncelikli işi” idi.

O zamana dair böylesine saptamaların bugün kulağa çok saf ve mantıksız gelmesi üzücü. Aslında gerçek, bizlerin hala kendi varoluş krizlerini yaşamış olan liberalizmin ilk kurucu babalarından öğrenecek çok şeyimiz olduğu. Onlar demokrasinin baskıcı bir rejimi doğurmaya eğilimli olduğunu biliyorlardı. Onların öğretilerine kulak verelim.

*********************************


Liberal democracy is in crisis. But ... do we know what it is?

It was 25 years ago that Fareed Zakaria warned against a new and growing threat: the rise of “illiberal democracy” around the world. Democratically elected governments were routinely flouting liberal principles, openly violating the rule of law, and depriving their citizens of basic rights and liberties.
Today, many believe that we stand on the precipice of an existential crisis. Liberal democracy is “closer to collapse than we may wish to believe”, writes Ed Luce of the Financial Times. In a bracing new book, the former secretary of state Madeleine Albright even warns of a revival of fascism.

There is a growing consensus that American democracy itself is at risk. The Economist’s index categorizes the United States as a “flawed democracy”. There is a danger within: Americans are becoming complacent about democracy, losing interest in their traditional ideals. Liberalism has failed, writes Patrick Deneen. The problem, says David Brooks of the New York Times, is that liberals have forgotten how to defend their “liberal democratic values”. They must go back to first principles; they must remember “the canon of liberal democracy”.

The trouble is that we don’t really know what liberal democracy is. A spate of books, articles and opinion pieces talk about its demise, but their authors speak past each other or around in circles, because they are using different definitions of the term. Ed Luce defines liberalism one way, David Brooks another and Patrick Deneen yet another. How can we have a proper discussion about liberal democracy when we are not speaking about the same thing?

The problem concerns more than semantics. The confusion of terms leads to confused thinking. It impairs liberals’ understanding of their own principles and weakens their politics. Their opponents easily exploit the verbal ambiguities. It is high time, therefore, that we clarify what the term “liberal democracy” means and what it stands for. For this we need to understand its history.

One common mistake is to conflate liberalism with democracy. The two concepts are not synonyms. For most of their history, they have not even been compatible. From the time of the ancient Greeks, “democracy” has meant “rule by the people”. Some have interpreted this to mean direct political participation by all male citizens. Others have taken it to mean a representative system based on the suffrage of all male citizens. Either way, however, well into the 19th century, the majority of liberals were hostile to the very idea of democracy, which they associated with chaos and mob rule. It is hard to find a liberal who was enthusiastic about democracy during the heyday of what is often called “classical liberalism”. Indeed, it would not be wrong to say that liberalism was originally invented to contain democracy.

Certainly, the founders of liberalism were no democrats. Benjamin Constant stood for strict property qualifications for both voting and officeholding. The French revolution proved to liberals like him that the public was utterly unprepared for political rights. People were ignorant, irrational and prone to violence. Under their pressure, the rule of law had been suspended, “enemies of the people” guillotined, rights trampled upon. The most democratic phase of the revolution had also been the most bloody.

Napoleon’s despotism, which was legitimized repeatedly by plebiscites based on universal male suffrage, only confirmed the liberals’ apprehensions about democracy. The emperor’s popularity demonstrated in no uncertain terms that French citizens had an unhealthy predilection for authoritarian rulers and were fatally susceptible to propaganda. New words were invented to name his pseudo-democratic regime. Some called it “democratic despotism”. Others used the terms “Bonapartism” or “Caesarism”. Constant called it “usurpation”. “Usurpers” are constantly compelled to justify their positions, so they use lies and propaganda to manufacture support. They form alliances with religious authorities to prop up their regimes. They take their countries into useless wars to distract people from their treachery, while they enhance their own power, line their own pockets and enrich their friends. Worst of all, they corrupt their people by tricking them into participating in their lies.

Alexis de Tocqueville also had deep misgivings about democracy. Two additional French revolutions, one in 1830 and the other in 1848, followed by another Napoleon, depressed him greatly. It proved once again that the masses were easy prey for demagogues and would-be dictators catering to their lowest instincts. Democracy fostered a pernicious form individualism, another word for selfishness in Tocqueville’s lexicon.

Early liberals like Constant and Tocqueville spent much time thinking about how to counter the perils of democracy. Limits had to be placed on the sovereignty of the people, the rule of law and individual rights guaranteed. But good laws would never be enough, since a popular strongman could easily pervert or simply ignore them. The survival of liberal democracies required a politically educated citizenry. Constant travelled around France instructing French citizens about the principles of their constitution, their rights and their duties. He published articles and delivered speeches for the same purpose. He fought valiantly for the freedom of the press.

 Both men also believed that the survival of a liberal democracy depended on certain moral values. It required public spiritedness and a sense of community. Tocqueville thought deeply about fostering “public morality” and “public virtue”. Constant agonized over the political complacency, moral apathy, and selfishness that he saw all around him. Only dictators profited from such vices.

How to counter the moral degradation? They thought about this as well. The commitment of public-spirited elites was essential. “The enlightened classes” and “well-meaning men” must be the “missionaries of truth”, wrote Constant. They must redouble their efforts to counter the cynicism that was turning people away from the public good. As Tocqueville said, it was essential to “educate democracy.” And this, he said, was “the primary duty imposed on the leaders of society today”.

It is a sad sign of the times that such statements sound so naive or ring hollow today. The truth is that we still have much to learn from the founding fathers of liberalism, who lived through an existential crisis of their own. They knew about the tendency that democracies have to become illiberal. Let us heed their lessons.

  • Helena Rosenblatt is professor of history at the Graduate Center of the City University of New York. She is the author of the forthcoming book, The Lost History of Liberalism: From Ancient Rome to the Twenty-First Century.



28 Mayıs 2018 Pazartesi

Mini Makalem: Büyük Beyinli mi, Küçük Beyinli mi? İletişim her şeydir.


Amerikan aktivist, diplomat ve politikacı Eleanor Roosevelt (1884-1962), hemen herkesin bildiği şu çok değerli saptamada bulunmuş: 

Great minds discuss ideas; average minds discuss events; small minds discuss people”

Yani “Büyük beyinler fikirleri tartışır, ortalama beyinler olayları tartışır, küçük beyinler kişileri tartışır".


Bir tartışmada esas konudan çıkıp, lafı karşı tarafın özelliklerine getirmek, konuyu KİŞİ'ye indirgemek tipik bir "küçük beyinlilik" özelliği.

Örneğin:
A kişisi: Bu örtü mavi, 
B kişisi: Hayır bu örtü yeşil. 
Burada iki tarafın da esas olarak yapması gereken neden mavi ya da neden yeşil olduğunu düşündüğünü açıklamak.
“Bu örtü mavi, çünkü.....” 
“Yok bu örtü yeşil, çünkü.....”
Tam bu noktada küçük beyin çıkıp şunu der:
“Sen zaten renk körüsün. Hatta geçenlerde şu rengi de yanlış bildin" argümanına dönüp, konuyu FİKİR’den çıkarıp KİŞİ’ye getirir.

Bu noktada tartışma bambaşka boyutlara gider eğer karşıdaki de yeteri kadar küçük beyinli ise tartışma karakolda bitebilir. Ama karşıdaki büyük beyinli biri ise, muhtemelen, esas tartışmaya geri dönmek isteyecek. (Ama bir yandan da küçük beyinli bunu algılayamayacak, kendi argümanına devam edecektir)

Konu saptırmak da bir başka küçük beyin oyunudur.

-“Maviyi zaten kimse sevmez ki”. der örneğin.

Ama burada konu "kimin hangi rengi sevdiği" değil, o "örtünün ne renk olduğu"dur. 

Kim sever, kim sevmez, tamamen ayrı bir tartışma konusu olabilir. Ama bu tartışmada yeri yoktur. Küçük beyin örtünün neden mavi olduğunu düşündüğünü açıklamaktansa, ilgisiz bir alana kayar.

Bir şeyi eleştirirken alternatif üretmemek de başka bir küçük beyin meyvesidir. “Bu böyle olmaz” der. “Peki nasıl” diye sorulduğunda “Bilmem ama böyle olmaz” der. Oysa, eğer bir konuyu, bir olguyu, herhangi bir şeyi eleştiriyorsak, "Bu böyle olmaz" diyorsak, onun yerine nasıl olması gerektiğini düşündüğümüzü de belirtebilecek bir büyük beyine sahip olmalıyız. Yoksa susmalıyız.

Hislerini anlatmak yerine karşı tarafı suçlamak da diğer bir küçük beyin oyunudur. “Sen adi adamın birisin, hiçbir şe yaramazsın” yerine “Bu harekete gerçekten çok kırıldım” diyen, büyük beyinlidir. 

Son olarak, bir tartışmada, esas neyi söylemek istediğini söyleyen, büyük beyinlidir. Eğer öyle yaparsak karşı taraf esas konuya odaklanacaktır. 



Restoranda: “Bu yemek biraz tuzlu geldi bana” dediğinizde yemek hakkında tam olarak ne düşündüğünüzü iletmiş olursunuz. Oysa, “Bu yemek biraz tuzlu geldi bana, buradaki şef hiç iyi değil” dersek, karşı taraf şef konusuna odaklanabilir ve cevabı da o yönde olabilir. Oysa esas iletmek istediğiniz yemeğin tuzlu oluşu idi.

İletişim her şeydir.


Bir makalem: İletişim Her Şeydir


Amerikan aktivist, diplomat ve politikacı Eleanor Roosevelt (1884-1962), hemen herkesin bildiği şu çok değerli saptamada bulunmuş: “Great minds discuss ideas; average minds discuss events; small minds discuss people”. Yani “Büyük beyinler fikirleri tartışır, ortalama beyinler olayları tartışır, küçük beyinler kişileri tartışırmış.
Dikkat edin dostlar, “küçük beyin” olma gafletine çok kolay düşebilirsiniz, eğer bir tartışmada konudan çıkıp, lafı karşı tarafın özelliklerine getirirseniz.
Örneğin:

A kişisi: Bu örtü mavi, B kişisi: Hayır bu örtü yeşil. Burada iki tarafın da esas olarak yapması gereken neden mavi ya da neden yeşil olduğunu düşündüğünü açıklamak. “Bu örtü mavi, çünkü” “Yok bu örtü yeşil, çünkü”
Tam bu noktada küçük beyin çıkıp şunu der:
“Sen zaten renk körüsün. Hata geçenlerde şu rengi de yanlış bildin… bla bla bla” Yani konuyu FİKİR’den çıkarıp KİŞİ’ye getirir.
Bu noktada tartışma bambaşka boyutlara gider eğer karşıda ki de yeteri kadar küçük beyinli ise. Ama karşıdaki büyük beyinli biri ise, muhtemelen, esas tartışmaya geri dönmek isteyecek, ama, bir yandan da küçük beyinli bunu algılayamayacak, kendi argümanında devam edecektir.
Konu saptırmak da bir başka küçük beyin oyunudur.
-“Maviyi zaten kimse sevmez ki”. Der örneğin.
Ama burada konu kimin hangi rengi sevdiği değil, o örtünün ne renk olduğudur. Kim sever, kim sevmez, tamamen ayrı bir tartışma konusu olabilir. Ama bu tartışmada yeri yoktur. Küçük beyin örtünün neden mavi olduğunu düşündüğünü açıklamaktansa, ilgisiz bir alana kayar.
Bir şeyi eleştirirken alternatif üretmemek de başka bir küçük beyin meyvesidir. “Bu böyle olmaz” der. “Peki nasıl” diye sorulduğunda “Bilmem ama böyle olmaz” der. Oysa, eğer bir konuyu, bir olguyu, herhangi bir şeyi eleştiriyorsak, onun yerine nasıl olması gerektiğini düşündüğümüzü de belirtebilecek bir büyük beyine sahip olmalıyız. Yoksa susmalıyız.
Hislerini anlatmak yerine karşı tarafı suçlamak da diğer bir küçük beyin oyunudur. “Sen adi adamın birisin, hiçbir şe yaramazsın” yerine “Bu hareketin beni gerçekten çok incitti” diyen, büyük beyinlidir.
Son olarak, bir tartışmada, esas neyi söylemek istediğini söyleyen,
büyük beyinlidir. Eğer öyle yaparsak karşı taraf esas konuya odaklanacaktır.

“Bu yemek biraz tuzsuz geldi bana” dediğinizde yemek hakkında tam olarak ne düşündüğünüzü iletmiş olursunuz. “Bu yemek biraz tuzlu geldi bana, bundan böyle bu restorana gelmeyeceğim” dersek, karşı taraf o restorana gelmeyeceğiniz konusuna odaklanabilir ve cevabı da o yönde olabilir. Oysa esas iletmek istediğiniz yemeğin tuzlu oluşu idi.
İletişim her şeydir.



23 Mayıs 2018 Çarşamba

DAVID GARRETT: Almancayı Sevdiren Kemancı

(Makale, David Garrett'le, band arkadaşlarıya, annesiyle, babasıya, Ida Haendel ile ve adı yazıda adı geçen diğer kişilerle yapılmış olan basılı ya da video röportajları, David Garrett'n çeşitli kaynaklardaki resmi biyografileri, İngilizce ve Almanca ciddi müzik dergilerindeki bilgiler esas alınarak tarafımca derlenerek kalame alınmıştır.) 

******

“Almanca, sanırım bilmeyen biri için kulağa çok güzel gelen bir dil”

Demişti, yıllar önce, Wildberg’de onları ziyaretim sırasında, Alman bir arkadaşımın o zaman 16 yaşında olan kızı. Ben de hiç yorum yapmadan hafif bir gülümseme ile karşılık vermiştim. Ve Almanca ondan sonra hep ‘16 yaşında bir genç kızı kırmamak gereken bir dil’ olarak kalmıştı benim için.
Ta ki, konserlerinde seyircisiyle uzun uzun Almanca sohbet eden virtüöz, Almanların adlandırdığı haliyle “star-geiger” (yıldız kemancı) David Garrett i tanıyıncaya kadar.
Yüzünde hemen her daim bulunan tatlı tebessüm ve ifade nedeniyle aslında bir melek olduğuna benim ve kalabalık bir hayran kitlesinin inandığı David, çocukluğunda klasik müzik dünyasında “wunderkind” (harika çocuk) olarak nitelendirilmiş.
David çok küçük yaştan itibaren duyduğu müziği bir kerede dinleyerek notasını çıkarmak olan “Mutlak Kulağa” sahip imiş. (“Absulut Kulak” da deniyor, “Absolute Pitch” ya da “Perfect Pitch”)
4 Eylül 1980 tarihinde Almanya, Aachen’de, David Christian Bongartz olarak Alman baba ve Almanya’ya bir turneyle baş balerin olarak gelip, David’in babasıyla tanışınca evlenip kalan Amerikalı anneden doğuyor. 4 yaşında keman çalmaya başlayan David, 7 yaşında Lübeck Konservatuarına kaydoluyor, 10 yaşında, Hamburg Flarmoni Orkestrasına solistlik yaparak ilk konserini veriyor. İşte bu konser sırasında Bongartz soyadının zorluğu hesaba alınarak annesinin soyadı olan “Garrett” ile sahalara çıkmasına karar veriliyor.

David, 11 yaşındayken dönemin Almanya Şansölyesi Richard von Weizsäcker bir resitalde dinlediği bu “wuderkind”e bütün kemanla uğraşanların ortak hayali olan bir Stradivarius hediye ediyor. Gerçi çok yıllar sonra yapılan bir röportajında “Aslında Stradivarius için o sırada yaşının çok küçük olduğunu, taşımakta zorlandığını ve yıllarca omzunun ve kolunun ağrıdığını” da belirtiyor. Şimdilerde ise sahip olmaktan çok gururlandığı 1716 Yılı yapımı 1,5 milyon dolarlık bir Stradivarius’a sahip ve konserlerine onunla çıkıyor. Bir de bir saniye olsun başkasının tutmasına ya da taşımasına izin vermediği biliniyor.
David’in keman çalmaya erken yaşında başlaması, hukukçu babasının ayrıca bir keman mağazası sahibi olması nedeniyle bir mucize değil. Eve keman aslında David’in o sırada 6 yaşında olan ağabeyi için geliyor. Ağabey pek de ilgilenmiyor bu müzik işleriyle. Hatta, sonradan Harvard’da hukuk okuyor ve şimdilerde New York’ta avukatlık yapıyor. David ise kemanı ağabeyinin elinden kapmış, kendi anlatımı ile. Annesi verdiği bir röportajda “O çalmaya başladıktan hemen sonra anlamıştık ki, esas keman için doğmuş olan David idi” diyor.

4 yaşındayken kemanı ağabeyinden kapıp, önce ailesi tarafından, sonra hocaları sonra da zamanın cumhurbaşkanı tarafından “wunderkind” olarak nitelendirilen David, son yıllarda yapılan bir röportajında “Harika çocuk olmak nasıl bir duyguydu” sorusuna “Tabii, o yaşlarda “Aman tanrım ben bir harika çocuğum” diye ortada dolaşmıyorsunuz, tek yaptığım kemana konsantre olmak, daha çok çalışmak, daha çok çalışmak idi”. “Çünkü” diyor, “başarılı bir virtüöz olmak için sadece süper yetenek olmak yetmez, aynı zamanda çok ama çok çalışmanız gerek. Ya da tam tersi, sadece çok ama çok çalışmakla başarılı olamazsınız, belli bir yetenek de lazım”.

12 yaşına geldiğinde, kendi isteğiyle, Ida Haendel’e öğrenci olmak için başvuruyor. Haendel, onu şöyle anlatıyor, “Aslında ders vermeye çok gönülsüz biri olarak, aniden beliren bu çocuğa “Peki bakalım ne çalacaksın” diye sordum, yeteneğini ölçmek için. Normalde çocuklar Bach’tan şunu, Mozart’tan bunu derler, David kendinden son derece emin biçimde “Siz ne isterseniz” diyerek beni çok şaşırttı. “Hadi Tchaikovsky ile başlayalım” dedim. O başladı ve biz elektrik çarpmışa döndük. Hepimiz yere yapıştık. Bu sadece onun tekniği ile ilgili değildi. David tümüyle duygusal bir olgunluğa ve müzik konusunda sıra dışı bir anlayışa sahipti. İçinde muazzam bir müzik ruhu taşıyordu. Ayrıca heyecanı da inanılmazdı. Son derece de kararlı ve kendinden emindi. Hiçbir baskı ile çalmıyordu. Yaptığı şeyden çok büyük mutluluk duyuyordu”


İşte, David’in Haendel tarafından 12 yaşında teşhisi konulan, bu “çalarkenki mutluluğu” şimdi onu dinleyen herkese onun melek olduğunu düşündüren ve çevresine bulaşan o mutluluk idi. 

Şimdilerde klasik müzik konserlerinin yanı sıra, “Cross-Over” albümleri ve konserleri ile dünyayı dolaşmakla meşgul. David klasik parçaları Rock temalarıyla, Rock parçaları da klasik müzik enstrümanlarıyla çalıyor.

Yılın 300 gününü klasik veya cross-over konserlerinde geçiren, onlarca ödül, en iyi satan albümler sahibi olan, İngiltere Kraliçesinin “Diamond Jubilee”si için “Avrupalı Sanatçı” olarak çağırılan David bu zirveye erişmesinin arkasında zaman zaman aşırı yüklü çalıştırılmış olmasının da etkili olduğunu söylüyor. 
Bir röportajında “Babamın benden nefret ettiğini düşünüyordum” diyor. “Bazı geceler 1’e kadar belli bir notayı belli bir şekilde çalmam için ayakta kalıp çalıştığımız olurdu, babam o nota doğru çıkmadan yatmama izin vermezdi”. “Çok fazla üzüntü ve çok fazla gözyaşı vardı o yıllarda” diyor. Hatta okula da gönderilmemiş, zamandan tasarruf için, okul derslerini eve gelen hocadan almış ve kalan saatlerini yoğun şekilde keman çalışarak geçirmiş. “Bütün çocukluğum okula gitmediğim ve bire bir hoca ile ders yaparak geçtiği için derslerde hocaya
cevap vermemek gibi bir lüksüm de hiç yoktu ayrıca okula gitmediğim için HİÇ arkadaşım da olmadı”. “Sabah erkenden çalışmalar başlardı. Eğer bir gece önce konserim olduysa, ailem o sabah biraz fazla uyumama izin verecek kadar cömertti”. O hayattan şikayetçi de değildim, çünkü başka türlüsünü hiç bilmiyordum” ve ekliyor: “Ama, o baskı ve çalışma olmasaydı şu an olduğum yerde olamazdım, o yüzden neyin doğru neyin yanlış olduğuna karar veremiyorum”. Annesi de bir röportajında “Elinizde bu işi tarif eden bir kitapçık yok. Yapabildiğimizin en iyisini yaptık. Biraz fazla baskı uyguladık galiba. Ama şu anda David’e bakıp onun çok dengeli, sağlam karakterli bir genç adama dönüştüğünü de görüyorum, problem yok” diyor.

David 17 yaşında nihayet evden ve baskıdan ayrılıp Londra’da Royal College of Music’te eğitime gidiyor. Ancak Londra macerası kısa sürüyor ve oradan esas gitmek istediği yere geçiyor. Müzikoloji ve bestecilik üzerine eğitim görmeyi amaçladığı New-York’taki, dünyanın en prestijli müzik okulu olduğu kabul edilen Juilliard School’a, tanınmasın diye de kendi göbek adı ve soyadı olan Christian Bongartz ismiyle kaydoluyor. Esas arzusu da orada Itzhak Perlman’ın öğrencisi olmak. Bu geçişe babasının bir anlam veremediğini söylüyor David. “Sen zaten en iyisisin, gidip orada dört yıl harcamanın ve konser dünyasından uzak kalmanın anlamı ne” diyerek. Oysa David “Müziği daha yakından, en güzel uygulaması olan yerde yaşamak ve ayrıca composer olma yeteneğini de orada ilerletme amacıyla gitmesi gerektiğini ve keşfedecek daha pek çok olduğunu” düşünüyor.

Bu amaçla New York’a adım atan David, “Hayatımda her şeye yabancı olduğum yepyeni bir dönem başlamıştı. En basit ev ihtiyaçlarını bile satın alacak bilgiden yoksun olarak bu yalnızlığı deneyimlemek beni çok ilerletti” diyor. 4 yaşından beri “evde” olduktan, okul derslerini bile evde aldıktan sonra, hayatta hiç arkadaşı olmamış biri olarak, New York’taki okul ve oradaki hayat onun için yepyeni bir gezegen gibi görünüyor. Nihayet toplum hayatına çıkmış ve nihayet arkadaşları olmuş. Bu onun için çok büyük bir değişim. David ayrıca, zaten karşı oldukları için ailesi okulun masraflarını ödemeyince fiziğinin avantajlarını kullanarak, modellik yapmaya da başlıyor. Yani kendi deyimi ile, kabuğundan çıkıp, hayata başlıyor. 

Bu yeni hayatta 16 yaşına kadar aralıksız verdiği konserler yok, onun yerine okul hayatı, arkadaşlar, ilk kez edindiği kız arkadaşlar ve New York hayatı var.

İşte David, New York’ta Rock Müziği keşfediyor. 
Genç David, genç bir klasik müzik yorumcusu olarak, kendi ifadesi ile oldu olası “konserlerine niye hep belli yaştakiler geliyor ki, neden gençler yok baktığı koltuklarda” duygusunu hep taşımakta imiş. İşte New York’taki ilk yıllarında bambaşka bir tarzı yaratmaya başlamış. Şöyle düşünmüş “Eğer kemanımla Rock parçalarını yorumlarsam, artık benim de konserlerime gençler gelir”. Önceleri bunu arkadaş partilerinde yapmış. Büyük beğeni aldığını fark edince, çalışmalarını yoğun bir biçimde Rock yorumuna kaydırmış.


“Aslında bu iki yönlü” diyor. “Rock konserlerime gelen gençler beni tanıyınca klasik müzik konserlerime de gelmeye başladılar ki esas amacıma bu şekilde ulaşmış oluyordum: Gençlere klasik müziği sevdirmek”

Gerçekten de David, çok usta bir şekilde, Rock konserlerinde araya bir Mozart, bir Bach bir Chopin sıkıştırıyor ve tabii bunlara fazladan Rock ritimleri de katıyor ki gençler ilk etapta beğensinler. Amacının gençlere Mozart’ı, Bach’ı, Chopin’i, Vivaldi’yi ve diğerlerini tanıtmak olduğunu söylüyor. Bunda da bir hayli başarılı. Artık David’in klasik müzik konserlerinde de büyük bir genç hayran kitlesi mevcut.

Bu hayranlar onun melek olduğuna cidden inanıyor. Bazı yorumlar şöyle:
“My Angel David😇🎶🎻Ich liebe Dich🎶🌷🎻🎶
(Meleğim David, Seni seviyorum)

“Magnificent ! Must be an angel ! Who else could play like this and be so perfect? What a gift !!” 
(Harika! O bir melek olmalı, başka kim bu kadar kusursuz çalabilir ki? Ne büyük Tanrı vergisi.)

“Oh what heavenly music!” 
(Nasıl bir cennetten gelen müzik bu)

"Sublime music❤Thank you my Angel David.G😇👑🎻🎶❤❤❤+1"
(Ulu müzik. Teşekkürler Meleğim David)

"You are Amazing!!!!!YOUR MUSIC IS FROM ANGELS!!!"

(Sen inanılmazsın. Senin müziğin meleklerden geliyor.)

David Juilliard School’daki eğitimini bitirdikten sonra durdurulamaz bir şekilde albümler ve konserler dünyasına geri dönüyor. 2008 yılında kendi rock bandını da kuruyor.
Klasik müzikte onlarca ödülü eve götüren David, her yıl gerçekleştirdiği turnelerde dünyanın pek çok yerindeki Rock konserlerinde binlerce hayranını coşturuyor.
Ida Haendel çocukluğunda öğrencisi olan David için “Bu yeteneği nereden gelmektedir? Bunu Tanrıya sormak gerek. Mistik bir durum olduğuna inanıyorum. Bizlerinin bilebileceğinin ötesinde bir durum olduğuna inanıyorum. Bu sizde vardır ya da yoktur. Yeteneği öğrenemezsiniz. Kimse size yeteneği öğretemez. David harika bir klasik kemancı ve ayrıca harika bir Rock müzisyeni.”

Başka usta virtüözlerin yorumları:
- "David kendi neslinin en muazzam kemancısı"
-“O doğuştan gelen müzisyenliği ve mükemmel tekniği ile harika bir kemancı"

Bir de onu kendi band üyelerinden dinleyelim:
Bandın klavyecisi John Haywood:
“Onunla ilk çalışmaya başladığımda çok korkutucu idi. Onun yeteneğine ve müzisyenliğine çok büyük saygı duyuyorsunuz. Kendisi çok talepkar. Çok ağır işleri ve keman pratiği yapma programı var. Bu onun dehasının bir parçası olmalı. Çok sağlam ve çalışkan biri. O bir dahi ve oldukça etkileyici biri. O her yönüyle bir yıldız. Onda her şey var: Güzellik, harika çalma ve seyirci ile mükemmel iletişim.”

Bandın davulcusu Jeff Lipstein:
“David ile ilgili muğlak olan hiçbir şey yok. Çalması çok net, onu takip etmek çok kolay ve onunla olmak süper eğlenceli. Sanki kemanı vasıtasıyla bizimle iletişim kuruyor”

Bandın gitaristi Marcus Wolf:
“O harika bir müzisyen, iyi bir adam, çok eğlenceli, çok yakışıklı bir genç adam. Onu seviyorum”.

Evet, onu dinleyen herkes seviyor. Çünkü o bir melek : ) Bu melek en son geçen sonbaharda çıkardığı "Rock Revaluation" isimli albümle gündemde. Albümde Stairway to Heaven'den, "In the air tonight" e, "Purple Rain"e kadar kendisinin çok sevdiğini söylediği bir çok Rock parçası var ki, hepsini dinlemek ayrı bir keyif.

David’i tanıyıp, onun konserlerinde seyirciyle kurduğu iletişimi bir meleğin ağzından dinleme sonucunda, Almanca benim için artık “16 yaşındaki bir genç kızın hayallerinin yıkılmaması gereken bir dil” olmaktan da çoktan çıktı : )

*****************************

Tavsiye Linkler:

22 Mayıs 2018 Salı

Bazı Fotoğraflarım

Burgaz'da akşamüstü


Kumluk'ta 
Bağ-Bahçe


Limanda Zaman

Aydınlanma

Dolunay

Eğlenmek de mi lazım?

Deniz
Berrak

Tarlada Zaman

Dünya

11 Mayıs 2018 Cuma

ELMADAĞ, ANKARA, 60-70'ler

Ankara’ya lapa lapa kar yağıyormuş.

Çocukluğumda her hafta sonu Elmadağ’a, kayağa giderdik. Kayakevinde kalırdık. Cumartesileri erkenden, sabah karanlığında, Ankara’nın o meşhur sabah ayazında otobüslerin kalktığı Kayak Kulübüne gidilirdi –ki annem sonra da babam bir dönem başkanıydı-. Kulüp Akay Caddesinin en alt ucundaydı. Kayaklar bagaja üst üste yığılır, espriler, şakalaşmalar ile yola koyulurdu. Ankara çıkışında bir fırın vardı. Orada durulur, birkaç kişi iner, dumanı tüten ekmekler kucaklar dolusu alınıp otobüse taşınır, o an ortadan yarılıp dumanları çıkarken içine kaşarlar ya da sucuklar konulur, ekmeğin taze kokusu termoslardan koyulan çaylarınkine karışır, afiyetle yenilerek devam edilirdi yola. 

Betonlar bitip, açıklığa çıktığınızda, şehrin bitimindeki çöplük de geçilince Elmadağ yoluna çıkıldığını anlardınız. Uçsuz bucaksız, dümdüz beyazlıkta, arada bir tek bir ağaç görerek, bir saat gidilir, sonra da genellikle ya “Eşekyoran yokuşu”nu ya da Yakupabdal köyünün meşhur yokuşunu otobüs çıkamazdı. Bir iki-deneme ve birkaç geriye kaymadan sonra biri bağırırdı “Erkekler aşağıyaaa”. Erkekler aşağı inip koca otobüse toplu halde omuz verip “Hoooop” nidalarıyla iterlerdi. Otobüs hareket edebilirse yola koyulurdu. Ancak bazen de yol kardan tümüyle kapanmış olurdu. O zaman otobüs orada bırakılır, dört km civarı bir yol, köyden kayakevine kadar yürünürdü. Çantalar sırtta, kayaklar omuzda genellikle kayakçı marşı gibi şarkılar söylenerek. “Tırmanırız çıkarız, karlı yüce dağlara, El vererek asılırız mor siyah bulutlara. Neşemiz, andımız, yavuklumuz kayaklar, rüzgarlar kanadımız, yuvamız karlı dağlar” Yol boyu ben -daha küçük yaşlardayken- genellikle babamın omzunda oturuyor olurdum. El ve ayak parmaklarım neredeyse donardı. Çevrede sonsuz beyazlıktan başka bir şey görünmezdi. Bazen yüzü de acıtan bir tipi olurdu. Bazen de sis. Bazen o tipinin ve sisin içinden sürü halinde kocaman köpekler havlayarak üstümüze gelirdi. Sopaları görünce, neyse ki geri dönerlerdi. Kayakevine varılınca hemen sobalar yakılırdı. Ya da “Asalettin Efendi” çoktan yakmış olurdu. Biraz dinlenilir belki, sonra hemen kayağa çıkılırdı. Kayakevinden, piste kadar olan yol yine toplu halde yürünürdü. İlk önceleri dağda teleski de yoktu henüz. Kayaklar omuza konup tepeye çıkılır, aşağı kayılır, sonra hadi tekrar kayaklar sırtlanır, tepeye çıkılır, haydi yine aşağı. “Asalettin Efendi” sonraları teleskiden de sorumlu olmuştu. “Aslalettin Efendi, nasıl durum teleski çalışacak mı?” Kayarken herkes diğerine “Oo çok iyi hareketti.. Harika döndün… duruşun mükemmeldi….” bazen de “Sağı açççç aç, sol bas” gibi bağırtılar yükselirdi. Aşağıda ise Ankara kapkara bir is gölü olarak görünürdü.

Akşamları şömine yanar, yemeklerden sonra etrafında toplanılır, gece geç vakit de ateşin üzerinde şişte sucuk yapılırdı. Ben bu kez de kayak evinin o çok hoşlandığım kaygan zemininde tekerlekli paten kayardım. Koca salonda kayarak sekiz çizmek, bazı yerlerde atlamak, zıplamak çok hoşuma giderdi. Bazen birden elektrik gidiverir, o zaman birileri ellerinde fenerle bodrum katına jeneratörü tamire inerdi. Şömine sohbetleri çok geç vakitlere kadar sürerdi. Üst kattaki asma balkonda- ki oradan büyük salonu kuş bakışı izlerdiniz- “gençler” (Abim, ablam ve akranları) vakit geçirirdi. Ben gider yatardım herkesi beklemeden. İki büyük bir de küçük ranzalı yatakhane vardı. Ahşap merdivenlerle çıkılan üst katta idi bir büyük bir de küçük yatakhane. Odalardaki dolaplarda saklanan ve gelince kendimizin çıkarıp yataklarımız yaptığımız yastık, battaniye ve çarşafların çok kendine özgü bir kokusu olurdu. Küçük yatakhanede cam kenarında ve ranzanın yukarısında yattığımda, tipinin ve fırtınanın ıslığımsı sesini duyar, dışarıda karanlığın içindeki sonsuz beyazlığı, kayak evinin önündeki, fırtınadan eğilip bükülen o tek çıplak ağacı camdaki buğunun arkasından bir süre izlerdim. Bir de yanan sobanın tavanda kızıl kızıl dans eden alevini.

Pazar sabahları Kayakevinin salonunu çay kokuları doldururdu. Büyük masalara dağılmış “kayakçılar” neşe içinde kahvaltı ederdi. Hep neşe vardı, ya da bana öyle gelirdi, henüz çocuk olduğum için.

Kayakevinde yaşayan kocaman siyah “Karabaş” da bu yeme-içmelerden nasibini alırdı.
Pazar akşam üstleri bu kez iki gün kaymaktan yorgun argın, bütün adaleler ağrıyarak ve kayak ayakkabısının sert kenarının denk geldiği bilekler sızlayarak, otobüse kadar aynı yol, bu kez çoğunlukla kayarak gidilir, otobüse binilir ve yine çok kahkaha atarak, çok konuşarak, çok şarkı söyleyerek Ankara’ya dönülür. Bir sonraki hafta sonuna kadar. Daha ileriki yıllarda Şubat tatillerinde de iki hafta çocuklar ve gençler için kamplar olurdu. Kamp sonunda da hepimiz kar yanığından kapkara olmuş suratlarla, sadece iki göz kalmış olarak şehre dönerdik.

Öyle ki, 14-15 yaşıma gelene kadar şehirde hafta sonu ve sömestr tatillerinde yaşam yok sanırdım.


Babamın neden kayaklarımı taşımamı
istemediğini anlayamadığım an


Ankara’ya lapa lapa kar yağmış da işte, aklıma gelenler.