Sinema deyince benim aklıma ‘SİNEMA’ gelir.
Sıradan bir seyirci olarak, sinemanın filmin konusuyla
ancak en son sırada ilgili olduğunu düşünüyorum. Sinema deyince ilk aklıma gelen öncelikle sinematografisi, görselliği, filmin nasıl yönetildiği, seçme sahneleri, akılda kalan kareleri, oyunculuğudur. En sonunda da “Neydi?” diye
sorduklarında önce bir durup düşündüğüm şey konusu.
En erken yaşta etkilendiğim “Şahane” kategorisine ilk
koyduğum film elbette Dr. Jivago idi. Dokuz yaşımda iken izlediğim bu David Lean
filminde uçsuz bucaksız görsellerin çekimindeki harikalık beni eşsiz bir varoluşa taşımıştı.
Bir de şahane oyunculuk (Ömer Şerif) ve şahane müzik ve onlarca unutulmaz kare
ile, o uçsuz bucaksız kırsal görüntüleriyle birleşince sinemadan çıktığımda ayaklarım yere basmıyordu. Tam o aşamada
bana konu neydi diye sorsalardı, bir an boş boş bakabilirdim. Hele ki dokuz yaşında bir çocuk için toparlanması hayli zor olabilecek bir konu ise. Aslında “Rusya’da Bolşevik (çoğunluk) ihtilali sırasında yaşanan bir yasak aşkın filmi” düzeyine
indirirsek çok yazık etmiş olurduk. Altı Oscarı , Beş altın Küreyi, birkaç başka organizasyondan alınmış ödülleri de çöpe atmış olurduk. Dr. Jivago tam bir
“SİNEMA” idi ve konusu gerçekten beni en son ilgilendiren şey olmalıydı. Sonraki
yıllarda hatırlayamadığım kadar izledim hep aynı tat ile. Bir ara kitabını da
okudum. Ama o hep o dokuz yaşındaki bir kızın büyülendiği ilk SİNEMA olarak kaldı.
|
1965, David Lean (TR gösterim: Aralık 1968) |
Mesela ondan bir- iki sene sonra izlediğimiz Love Story 'de
bir iki görsellik dışında etkilendiğim bir şey pek olmadı, bir kere izlemek de
yetti, arttı. Sonraki yıllarda hiç elim gitmedi.
Sadece ve sadece konusuyla hafızalara kazınabilecek filmler
de var elbette. ‘Çizgili Pijamalı Çocuk’ ilk aklıma gelen. O filmde görsellik
aramamalı. Elbette kostüm, oyunculuk, hele ki iki minik oyuncunun şahane
oyunları bir yana. Ancak, ilk etapta KONUSU ile hatırladığım ender filmlerin
başında geliyor sanırım. Konusu (ve elbette o konunun işlenişi ve kurgusu) ile
bir baş yapıt.
|
Çizgili Pijamalı Çocuk,
2008, Mark Herman |
"Sinema" olan filmlerden aklıma gelen, ‘Arizona Dream’ mesela.
Konusunu hatırlayan var mı? Ama Emir Kusturica’nın sonsuz hayal âlemiyle
yarattığı filmin görselleri hala beni benden alır, Goran Bregović'in olağanüstü müziğiyle birlikte.
|
Arizona Dream
1993, Emir Kusturica |
Sinemaya diğer bir örnek, “Mr. Morgan's Last Love”. ‘Yaşlı
bir adamın bir genç kadına duyduğu büyük hayranlık ve aralarında giderek artan
bağ” a indirgersek şahane filme çok yazık etmiş oluruz. Film Paris’i (ve
Fransa’nın başka yerlerini) seyirciye en güzel haliyle yaşatması olarak kaldı
aklımda. Alman Film Ödülleri’nde ve daha birçok oluşumda En İyi Sinematografi
adayı olmuş. Birkaç kez seyrettim, yine olsa yine seyrederim, o ‘sinematografi’
yi görmek için. Yaşlı adamın duygularındaki gelişimi izlemek için değil. O da
izlenir ama birkaç öncelikten sonra.
|
2013, Sandra Nettelbeck |
'Vicky Cristina Barselona' mesela. Filmi “bir aşk karmaşası konulu”
olarak tarif ederseniz filmin gösterildiği yıldaki Oscar, Altın Küre, BAFTA,
Bağımsız Sinemacılar, Goya, Gotham, ALMA ve Boston olarak sekiz ayrı yerden aldığı
ödülleri katlayıp çöpe atmış olursunuz. O filmi sayısız kere izledim. İlk
izleyişimde büyülendim. Büyülendiğim şey elbette filmin konusu hiç değildi.
Sinemasıydı. O görsellik, işleniş, kareler, mekan seçimi ve muazzam oyunculuk.
Penelophe Cruz’un kendini aştığı sahneler. O gitmek istemediği eve zorunlu
dönüş yaptığı sırada kapıdan girişindeki muhteşem oyun. Ertesi gün bahçedeki
sofrada sandalyede oturuşu. Film demek görsellikti ya, o oturuş film tarihine
kazınmıştır diye düşünüyorum. Bunlar rasgele oluşumlar değil. Oyuncu ile yönetmenin omuz omuza oluşturduğu çok başarılı kareler. Penelophe Cruz'un, üçlü yaşamlarındaki diğer kadının onları terk edişi sıradaki tepkisini gösteren oyunu ve ona söylediği "Kronik tatminsizlik, büyük
hastalık" repliği film tarihine geçmiştir. Filmde ayrıca İspanya’nın ve Barselona’nın doyumsuz
güzelliği elbise gibi üzerine tam oturan doyumsuz bir müzik ile taçlandırılmış.
Barselona’nın sokakları ve kırsal kesimleri kanaviçe gibi işlenmiş. 'Vicky Cristina Barselona' deyince aklıma gelenler ve bir daha seyretme isteği oluşturanlardan
bazıları bunlar. Filmi izledikten sonra art arda ödüllerin gelmesi ve Penolophe
Cruz’un de o rolüyle Oscar alması elbette benim için şaşırtıcı olmadı. Konusu
neydi derseniz, o konu seni etkiledi mi derseniz, cevabım "Eğlenceli ve değişik" olabilir.
|
2008, Woody Allen |
‘Call Me By Your Name’ deyince de mesela benim aklıma takip de
ettiğim yönetmen Luca Goadagnino'nun -kendisinin de doğup büyüdüğü köyde
çektiği- müthiş üretimlerinden biri
olduğu gelir. Bu filmi de konusuna indirgeyip anmak ve "iki gayin
aşkı" olarak tanımlamak bir sinema suçu olabilir. İtalya'da geçen hemen
her film gibi daha başlar başlamaz vurucu çevre görüntüleriyle baş döndürse de
esas darbe Tmothée Chalamet'in doyumsuz oyunundan geliyor. Kendi
adıma film boyunca ona kapılıp gittiğimi, finaldeki oyunculuk patlamasında da
yerle bir olduğumu söyleyebilirim. Goadagnino ile kimyalarının çok iyi
tuttuğunu ve inanılmaz bir yönetmen-oyuncu ahengi ile bu filmi sürdürdüklerini
de düşünüyorum. Chalamet'in bu rolü ile henüz 23 yaşındayken ‘En İyi
Oyuncu’ oskarı alması bizi şaşırttı mı? İşte ‘Call Me By Your Name’ bana sorulursa
ilk anda sıralayacaklarım bunlar olurdu. Sonra bir ara konusuna sıra gelirdi,
belki.
2017, Luca
Goadagnino
Nice mutlu sinemalar olsun diyelim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder