Bu Blogda Ara

28 Mayıs 2018 Pazartesi

Mini Makalem: Büyük Beyinli mi, Küçük Beyinli mi? İletişim her şeydir.


Amerikan aktivist, diplomat ve politikacı Eleanor Roosevelt (1884-1962), hemen herkesin bildiği şu çok değerli saptamada bulunmuş: 

Great minds discuss ideas; average minds discuss events; small minds discuss people”

Yani “Büyük beyinler fikirleri tartışır, ortalama beyinler olayları tartışır, küçük beyinler kişileri tartışır".


Bir tartışmada esas konudan çıkıp, lafı karşı tarafın özelliklerine getirmek, konuyu KİŞİ'ye indirgemek tipik bir "küçük beyinlilik" özelliği.

Örneğin:
A kişisi: Bu örtü mavi, 
B kişisi: Hayır bu örtü yeşil. 
Burada iki tarafın da esas olarak yapması gereken neden mavi ya da neden yeşil olduğunu düşündüğünü açıklamak.
“Bu örtü mavi, çünkü.....” 
“Yok bu örtü yeşil, çünkü.....”
Tam bu noktada küçük beyin çıkıp şunu der:
“Sen zaten renk körüsün. Hatta geçenlerde şu rengi de yanlış bildin" argümanına dönüp, konuyu FİKİR’den çıkarıp KİŞİ’ye getirir.

Bu noktada tartışma bambaşka boyutlara gider eğer karşıdaki de yeteri kadar küçük beyinli ise tartışma karakolda bitebilir. Ama karşıdaki büyük beyinli biri ise, muhtemelen, esas tartışmaya geri dönmek isteyecek. (Ama bir yandan da küçük beyinli bunu algılayamayacak, kendi argümanına devam edecektir)

Konu saptırmak da bir başka küçük beyin oyunudur.

-“Maviyi zaten kimse sevmez ki”. der örneğin.

Ama burada konu "kimin hangi rengi sevdiği" değil, o "örtünün ne renk olduğu"dur. 

Kim sever, kim sevmez, tamamen ayrı bir tartışma konusu olabilir. Ama bu tartışmada yeri yoktur. Küçük beyin örtünün neden mavi olduğunu düşündüğünü açıklamaktansa, ilgisiz bir alana kayar.

Bir şeyi eleştirirken alternatif üretmemek de başka bir küçük beyin meyvesidir. “Bu böyle olmaz” der. “Peki nasıl” diye sorulduğunda “Bilmem ama böyle olmaz” der. Oysa, eğer bir konuyu, bir olguyu, herhangi bir şeyi eleştiriyorsak, "Bu böyle olmaz" diyorsak, onun yerine nasıl olması gerektiğini düşündüğümüzü de belirtebilecek bir büyük beyine sahip olmalıyız. Yoksa susmalıyız.

Hislerini anlatmak yerine karşı tarafı suçlamak da diğer bir küçük beyin oyunudur. “Sen adi adamın birisin, hiçbir şe yaramazsın” yerine “Bu harekete gerçekten çok kırıldım” diyen, büyük beyinlidir. 

Son olarak, bir tartışmada, esas neyi söylemek istediğini söyleyen, büyük beyinlidir. Eğer öyle yaparsak karşı taraf esas konuya odaklanacaktır. 



Restoranda: “Bu yemek biraz tuzlu geldi bana” dediğinizde yemek hakkında tam olarak ne düşündüğünüzü iletmiş olursunuz. Oysa, “Bu yemek biraz tuzlu geldi bana, buradaki şef hiç iyi değil” dersek, karşı taraf şef konusuna odaklanabilir ve cevabı da o yönde olabilir. Oysa esas iletmek istediğiniz yemeğin tuzlu oluşu idi.

İletişim her şeydir.


Bir makalem: İletişim Her Şeydir


Amerikan aktivist, diplomat ve politikacı Eleanor Roosevelt (1884-1962), hemen herkesin bildiği şu çok değerli saptamada bulunmuş: “Great minds discuss ideas; average minds discuss events; small minds discuss people”. Yani “Büyük beyinler fikirleri tartışır, ortalama beyinler olayları tartışır, küçük beyinler kişileri tartışırmış.
Dikkat edin dostlar, “küçük beyin” olma gafletine çok kolay düşebilirsiniz, eğer bir tartışmada konudan çıkıp, lafı karşı tarafın özelliklerine getirirseniz.
Örneğin:

A kişisi: Bu örtü mavi, B kişisi: Hayır bu örtü yeşil. Burada iki tarafın da esas olarak yapması gereken neden mavi ya da neden yeşil olduğunu düşündüğünü açıklamak. “Bu örtü mavi, çünkü” “Yok bu örtü yeşil, çünkü”
Tam bu noktada küçük beyin çıkıp şunu der:
“Sen zaten renk körüsün. Hata geçenlerde şu rengi de yanlış bildin… bla bla bla” Yani konuyu FİKİR’den çıkarıp KİŞİ’ye getirir.
Bu noktada tartışma bambaşka boyutlara gider eğer karşıda ki de yeteri kadar küçük beyinli ise. Ama karşıdaki büyük beyinli biri ise, muhtemelen, esas tartışmaya geri dönmek isteyecek, ama, bir yandan da küçük beyinli bunu algılayamayacak, kendi argümanında devam edecektir.
Konu saptırmak da bir başka küçük beyin oyunudur.
-“Maviyi zaten kimse sevmez ki”. Der örneğin.
Ama burada konu kimin hangi rengi sevdiği değil, o örtünün ne renk olduğudur. Kim sever, kim sevmez, tamamen ayrı bir tartışma konusu olabilir. Ama bu tartışmada yeri yoktur. Küçük beyin örtünün neden mavi olduğunu düşündüğünü açıklamaktansa, ilgisiz bir alana kayar.
Bir şeyi eleştirirken alternatif üretmemek de başka bir küçük beyin meyvesidir. “Bu böyle olmaz” der. “Peki nasıl” diye sorulduğunda “Bilmem ama böyle olmaz” der. Oysa, eğer bir konuyu, bir olguyu, herhangi bir şeyi eleştiriyorsak, onun yerine nasıl olması gerektiğini düşündüğümüzü de belirtebilecek bir büyük beyine sahip olmalıyız. Yoksa susmalıyız.
Hislerini anlatmak yerine karşı tarafı suçlamak da diğer bir küçük beyin oyunudur. “Sen adi adamın birisin, hiçbir şe yaramazsın” yerine “Bu hareketin beni gerçekten çok incitti” diyen, büyük beyinlidir.
Son olarak, bir tartışmada, esas neyi söylemek istediğini söyleyen,
büyük beyinlidir. Eğer öyle yaparsak karşı taraf esas konuya odaklanacaktır.

“Bu yemek biraz tuzsuz geldi bana” dediğinizde yemek hakkında tam olarak ne düşündüğünüzü iletmiş olursunuz. “Bu yemek biraz tuzlu geldi bana, bundan böyle bu restorana gelmeyeceğim” dersek, karşı taraf o restorana gelmeyeceğiniz konusuna odaklanabilir ve cevabı da o yönde olabilir. Oysa esas iletmek istediğiniz yemeğin tuzlu oluşu idi.
İletişim her şeydir.



23 Mayıs 2018 Çarşamba

DAVID GARRETT: Almancayı Sevdiren Kemancı

(Makale, David Garrett'le, band arkadaşlarıya, annesiyle, babasıya, Ida Haendel ile ve adı yazıda adı geçen diğer kişilerle yapılmış olan basılı ya da video röportajları, David Garrett'n çeşitli kaynaklardaki resmi biyografileri, İngilizce ve Almanca ciddi müzik dergilerindeki bilgiler esas alınarak tarafımca derlenerek kalame alınmıştır.) 

******

“Almanca, sanırım bilmeyen biri için kulağa çok güzel gelen bir dil”

Demişti, yıllar önce, Wildberg’de onları ziyaretim sırasında, Alman bir arkadaşımın o zaman 16 yaşında olan kızı. Ben de hiç yorum yapmadan hafif bir gülümseme ile karşılık vermiştim. Ve Almanca ondan sonra hep ‘16 yaşında bir genç kızı kırmamak gereken bir dil’ olarak kalmıştı benim için.
Ta ki, konserlerinde seyircisiyle uzun uzun Almanca sohbet eden virtüöz, Almanların adlandırdığı haliyle “star-geiger” (yıldız kemancı) David Garrett i tanıyıncaya kadar.
Yüzünde hemen her daim bulunan tatlı tebessüm ve ifade nedeniyle aslında bir melek olduğuna benim ve kalabalık bir hayran kitlesinin inandığı David, çocukluğunda klasik müzik dünyasında “wunderkind” (harika çocuk) olarak nitelendirilmiş.
David çok küçük yaştan itibaren duyduğu müziği bir kerede dinleyerek notasını çıkarmak olan “Mutlak Kulağa” sahip imiş. (“Absulut Kulak” da deniyor, “Absolute Pitch” ya da “Perfect Pitch”)
4 Eylül 1980 tarihinde Almanya, Aachen’de, David Christian Bongartz olarak Alman baba ve Almanya’ya bir turneyle baş balerin olarak gelip, David’in babasıyla tanışınca evlenip kalan Amerikalı anneden doğuyor. 4 yaşında keman çalmaya başlayan David, 7 yaşında Lübeck Konservatuarına kaydoluyor, 10 yaşında, Hamburg Flarmoni Orkestrasına solistlik yaparak ilk konserini veriyor. İşte bu konser sırasında Bongartz soyadının zorluğu hesaba alınarak annesinin soyadı olan “Garrett” ile sahalara çıkmasına karar veriliyor.

David, 11 yaşındayken dönemin Almanya Şansölyesi Richard von Weizsäcker bir resitalde dinlediği bu “wuderkind”e bütün kemanla uğraşanların ortak hayali olan bir Stradivarius hediye ediyor. Gerçi çok yıllar sonra yapılan bir röportajında “Aslında Stradivarius için o sırada yaşının çok küçük olduğunu, taşımakta zorlandığını ve yıllarca omzunun ve kolunun ağrıdığını” da belirtiyor. Şimdilerde ise sahip olmaktan çok gururlandığı 1716 Yılı yapımı 1,5 milyon dolarlık bir Stradivarius’a sahip ve konserlerine onunla çıkıyor. Bir de bir saniye olsun başkasının tutmasına ya da taşımasına izin vermediği biliniyor.
David’in keman çalmaya erken yaşında başlaması, hukukçu babasının ayrıca bir keman mağazası sahibi olması nedeniyle bir mucize değil. Eve keman aslında David’in o sırada 6 yaşında olan ağabeyi için geliyor. Ağabey pek de ilgilenmiyor bu müzik işleriyle. Hatta, sonradan Harvard’da hukuk okuyor ve şimdilerde New York’ta avukatlık yapıyor. David ise kemanı ağabeyinin elinden kapmış, kendi anlatımı ile. Annesi verdiği bir röportajda “O çalmaya başladıktan hemen sonra anlamıştık ki, esas keman için doğmuş olan David idi” diyor.

4 yaşındayken kemanı ağabeyinden kapıp, önce ailesi tarafından, sonra hocaları sonra da zamanın cumhurbaşkanı tarafından “wunderkind” olarak nitelendirilen David, son yıllarda yapılan bir röportajında “Harika çocuk olmak nasıl bir duyguydu” sorusuna “Tabii, o yaşlarda “Aman tanrım ben bir harika çocuğum” diye ortada dolaşmıyorsunuz, tek yaptığım kemana konsantre olmak, daha çok çalışmak, daha çok çalışmak idi”. “Çünkü” diyor, “başarılı bir virtüöz olmak için sadece süper yetenek olmak yetmez, aynı zamanda çok ama çok çalışmanız gerek. Ya da tam tersi, sadece çok ama çok çalışmakla başarılı olamazsınız, belli bir yetenek de lazım”.

12 yaşına geldiğinde, kendi isteğiyle, Ida Haendel’e öğrenci olmak için başvuruyor. Haendel, onu şöyle anlatıyor, “Aslında ders vermeye çok gönülsüz biri olarak, aniden beliren bu çocuğa “Peki bakalım ne çalacaksın” diye sordum, yeteneğini ölçmek için. Normalde çocuklar Bach’tan şunu, Mozart’tan bunu derler, David kendinden son derece emin biçimde “Siz ne isterseniz” diyerek beni çok şaşırttı. “Hadi Tchaikovsky ile başlayalım” dedim. O başladı ve biz elektrik çarpmışa döndük. Hepimiz yere yapıştık. Bu sadece onun tekniği ile ilgili değildi. David tümüyle duygusal bir olgunluğa ve müzik konusunda sıra dışı bir anlayışa sahipti. İçinde muazzam bir müzik ruhu taşıyordu. Ayrıca heyecanı da inanılmazdı. Son derece de kararlı ve kendinden emindi. Hiçbir baskı ile çalmıyordu. Yaptığı şeyden çok büyük mutluluk duyuyordu”


İşte, David’in Haendel tarafından 12 yaşında teşhisi konulan, bu “çalarkenki mutluluğu” şimdi onu dinleyen herkese onun melek olduğunu düşündüren ve çevresine bulaşan o mutluluk idi. 

Şimdilerde klasik müzik konserlerinin yanı sıra, “Cross-Over” albümleri ve konserleri ile dünyayı dolaşmakla meşgul. David klasik parçaları Rock temalarıyla, Rock parçaları da klasik müzik enstrümanlarıyla çalıyor.

Yılın 300 gününü klasik veya cross-over konserlerinde geçiren, onlarca ödül, en iyi satan albümler sahibi olan, İngiltere Kraliçesinin “Diamond Jubilee”si için “Avrupalı Sanatçı” olarak çağırılan David bu zirveye erişmesinin arkasında zaman zaman aşırı yüklü çalıştırılmış olmasının da etkili olduğunu söylüyor. 
Bir röportajında “Babamın benden nefret ettiğini düşünüyordum” diyor. “Bazı geceler 1’e kadar belli bir notayı belli bir şekilde çalmam için ayakta kalıp çalıştığımız olurdu, babam o nota doğru çıkmadan yatmama izin vermezdi”. “Çok fazla üzüntü ve çok fazla gözyaşı vardı o yıllarda” diyor. Hatta okula da gönderilmemiş, zamandan tasarruf için, okul derslerini eve gelen hocadan almış ve kalan saatlerini yoğun şekilde keman çalışarak geçirmiş. “Bütün çocukluğum okula gitmediğim ve bire bir hoca ile ders yaparak geçtiği için derslerde hocaya
cevap vermemek gibi bir lüksüm de hiç yoktu ayrıca okula gitmediğim için HİÇ arkadaşım da olmadı”. “Sabah erkenden çalışmalar başlardı. Eğer bir gece önce konserim olduysa, ailem o sabah biraz fazla uyumama izin verecek kadar cömertti”. O hayattan şikayetçi de değildim, çünkü başka türlüsünü hiç bilmiyordum” ve ekliyor: “Ama, o baskı ve çalışma olmasaydı şu an olduğum yerde olamazdım, o yüzden neyin doğru neyin yanlış olduğuna karar veremiyorum”. Annesi de bir röportajında “Elinizde bu işi tarif eden bir kitapçık yok. Yapabildiğimizin en iyisini yaptık. Biraz fazla baskı uyguladık galiba. Ama şu anda David’e bakıp onun çok dengeli, sağlam karakterli bir genç adama dönüştüğünü de görüyorum, problem yok” diyor.

David 17 yaşında nihayet evden ve baskıdan ayrılıp Londra’da Royal College of Music’te eğitime gidiyor. Ancak Londra macerası kısa sürüyor ve oradan esas gitmek istediği yere geçiyor. Müzikoloji ve bestecilik üzerine eğitim görmeyi amaçladığı New-York’taki, dünyanın en prestijli müzik okulu olduğu kabul edilen Juilliard School’a, tanınmasın diye de kendi göbek adı ve soyadı olan Christian Bongartz ismiyle kaydoluyor. Esas arzusu da orada Itzhak Perlman’ın öğrencisi olmak. Bu geçişe babasının bir anlam veremediğini söylüyor David. “Sen zaten en iyisisin, gidip orada dört yıl harcamanın ve konser dünyasından uzak kalmanın anlamı ne” diyerek. Oysa David “Müziği daha yakından, en güzel uygulaması olan yerde yaşamak ve ayrıca composer olma yeteneğini de orada ilerletme amacıyla gitmesi gerektiğini ve keşfedecek daha pek çok olduğunu” düşünüyor.

Bu amaçla New York’a adım atan David, “Hayatımda her şeye yabancı olduğum yepyeni bir dönem başlamıştı. En basit ev ihtiyaçlarını bile satın alacak bilgiden yoksun olarak bu yalnızlığı deneyimlemek beni çok ilerletti” diyor. 4 yaşından beri “evde” olduktan, okul derslerini bile evde aldıktan sonra, hayatta hiç arkadaşı olmamış biri olarak, New York’taki okul ve oradaki hayat onun için yepyeni bir gezegen gibi görünüyor. Nihayet toplum hayatına çıkmış ve nihayet arkadaşları olmuş. Bu onun için çok büyük bir değişim. David ayrıca, zaten karşı oldukları için ailesi okulun masraflarını ödemeyince fiziğinin avantajlarını kullanarak, modellik yapmaya da başlıyor. Yani kendi deyimi ile, kabuğundan çıkıp, hayata başlıyor. 

Bu yeni hayatta 16 yaşına kadar aralıksız verdiği konserler yok, onun yerine okul hayatı, arkadaşlar, ilk kez edindiği kız arkadaşlar ve New York hayatı var.

İşte David, New York’ta Rock Müziği keşfediyor. 
Genç David, genç bir klasik müzik yorumcusu olarak, kendi ifadesi ile oldu olası “konserlerine niye hep belli yaştakiler geliyor ki, neden gençler yok baktığı koltuklarda” duygusunu hep taşımakta imiş. İşte New York’taki ilk yıllarında bambaşka bir tarzı yaratmaya başlamış. Şöyle düşünmüş “Eğer kemanımla Rock parçalarını yorumlarsam, artık benim de konserlerime gençler gelir”. Önceleri bunu arkadaş partilerinde yapmış. Büyük beğeni aldığını fark edince, çalışmalarını yoğun bir biçimde Rock yorumuna kaydırmış.


“Aslında bu iki yönlü” diyor. “Rock konserlerime gelen gençler beni tanıyınca klasik müzik konserlerime de gelmeye başladılar ki esas amacıma bu şekilde ulaşmış oluyordum: Gençlere klasik müziği sevdirmek”

Gerçekten de David, çok usta bir şekilde, Rock konserlerinde araya bir Mozart, bir Bach bir Chopin sıkıştırıyor ve tabii bunlara fazladan Rock ritimleri de katıyor ki gençler ilk etapta beğensinler. Amacının gençlere Mozart’ı, Bach’ı, Chopin’i, Vivaldi’yi ve diğerlerini tanıtmak olduğunu söylüyor. Bunda da bir hayli başarılı. Artık David’in klasik müzik konserlerinde de büyük bir genç hayran kitlesi mevcut.

Bu hayranlar onun melek olduğuna cidden inanıyor. Bazı yorumlar şöyle:
“My Angel David😇🎶🎻Ich liebe Dich🎶🌷🎻🎶
(Meleğim David, Seni seviyorum)

“Magnificent ! Must be an angel ! Who else could play like this and be so perfect? What a gift !!” 
(Harika! O bir melek olmalı, başka kim bu kadar kusursuz çalabilir ki? Ne büyük Tanrı vergisi.)

“Oh what heavenly music!” 
(Nasıl bir cennetten gelen müzik bu)

"Sublime music❤Thank you my Angel David.G😇👑🎻🎶❤❤❤+1"
(Ulu müzik. Teşekkürler Meleğim David)

"You are Amazing!!!!!YOUR MUSIC IS FROM ANGELS!!!"

(Sen inanılmazsın. Senin müziğin meleklerden geliyor.)

David Juilliard School’daki eğitimini bitirdikten sonra durdurulamaz bir şekilde albümler ve konserler dünyasına geri dönüyor. 2008 yılında kendi rock bandını da kuruyor.
Klasik müzikte onlarca ödülü eve götüren David, her yıl gerçekleştirdiği turnelerde dünyanın pek çok yerindeki Rock konserlerinde binlerce hayranını coşturuyor.
Ida Haendel çocukluğunda öğrencisi olan David için “Bu yeteneği nereden gelmektedir? Bunu Tanrıya sormak gerek. Mistik bir durum olduğuna inanıyorum. Bizlerinin bilebileceğinin ötesinde bir durum olduğuna inanıyorum. Bu sizde vardır ya da yoktur. Yeteneği öğrenemezsiniz. Kimse size yeteneği öğretemez. David harika bir klasik kemancı ve ayrıca harika bir Rock müzisyeni.”

Başka usta virtüözlerin yorumları:
- "David kendi neslinin en muazzam kemancısı"
-“O doğuştan gelen müzisyenliği ve mükemmel tekniği ile harika bir kemancı"

Bir de onu kendi band üyelerinden dinleyelim:
Bandın klavyecisi John Haywood:
“Onunla ilk çalışmaya başladığımda çok korkutucu idi. Onun yeteneğine ve müzisyenliğine çok büyük saygı duyuyorsunuz. Kendisi çok talepkar. Çok ağır işleri ve keman pratiği yapma programı var. Bu onun dehasının bir parçası olmalı. Çok sağlam ve çalışkan biri. O bir dahi ve oldukça etkileyici biri. O her yönüyle bir yıldız. Onda her şey var: Güzellik, harika çalma ve seyirci ile mükemmel iletişim.”

Bandın davulcusu Jeff Lipstein:
“David ile ilgili muğlak olan hiçbir şey yok. Çalması çok net, onu takip etmek çok kolay ve onunla olmak süper eğlenceli. Sanki kemanı vasıtasıyla bizimle iletişim kuruyor”

Bandın gitaristi Marcus Wolf:
“O harika bir müzisyen, iyi bir adam, çok eğlenceli, çok yakışıklı bir genç adam. Onu seviyorum”.

Evet, onu dinleyen herkes seviyor. Çünkü o bir melek : ) Bu melek en son geçen sonbaharda çıkardığı "Rock Revaluation" isimli albümle gündemde. Albümde Stairway to Heaven'den, "In the air tonight" e, "Purple Rain"e kadar kendisinin çok sevdiğini söylediği bir çok Rock parçası var ki, hepsini dinlemek ayrı bir keyif.

David’i tanıyıp, onun konserlerinde seyirciyle kurduğu iletişimi bir meleğin ağzından dinleme sonucunda, Almanca benim için artık “16 yaşındaki bir genç kızın hayallerinin yıkılmaması gereken bir dil” olmaktan da çoktan çıktı : )

*****************************

Tavsiye Linkler:

22 Mayıs 2018 Salı

Bazı Fotoğraflarım

Burgaz'da akşamüstü


Kumluk'ta 
Bağ-Bahçe


Limanda Zaman

Aydınlanma

Dolunay

Eğlenmek de mi lazım?

Deniz
Berrak

Tarlada Zaman

Dünya

11 Mayıs 2018 Cuma

ELMADAĞ, ANKARA, 60-70'ler

Ankara’ya lapa lapa kar yağıyormuş.

Çocukluğumda her hafta sonu Elmadağ’a, kayağa giderdik. Kayakevinde kalırdık. Cumartesileri erkenden, sabah karanlığında, Ankara’nın o meşhur sabah ayazında otobüslerin kalktığı Kayak Kulübüne gidilirdi –ki annem sonra da babam bir dönem başkanıydı-. Kulüp Akay Caddesinin en alt ucundaydı. Kayaklar bagaja üst üste yığılır, espriler, şakalaşmalar ile yola koyulurdu. Ankara çıkışında bir fırın vardı. Orada durulur, birkaç kişi iner, dumanı tüten ekmekler kucaklar dolusu alınıp otobüse taşınır, o an ortadan yarılıp dumanları çıkarken içine kaşarlar ya da sucuklar konulur, ekmeğin taze kokusu termoslardan koyulan çaylarınkine karışır, afiyetle yenilerek devam edilirdi yola. 

Betonlar bitip, açıklığa çıktığınızda, şehrin bitimindeki çöplük de geçilince Elmadağ yoluna çıkıldığını anlardınız. Uçsuz bucaksız, dümdüz beyazlıkta, arada bir tek bir ağaç görerek, bir saat gidilir, sonra da genellikle ya “Eşekyoran yokuşu”nu ya da Yakupabdal köyünün meşhur yokuşunu otobüs çıkamazdı. Bir iki-deneme ve birkaç geriye kaymadan sonra biri bağırırdı “Erkekler aşağıyaaa”. Erkekler aşağı inip koca otobüse toplu halde omuz verip “Hoooop” nidalarıyla iterlerdi. Otobüs hareket edebilirse yola koyulurdu. Ancak bazen de yol kardan tümüyle kapanmış olurdu. O zaman otobüs orada bırakılır, dört km civarı bir yol, köyden kayakevine kadar yürünürdü. Çantalar sırtta, kayaklar omuzda genellikle kayakçı marşı gibi şarkılar söylenerek. “Tırmanırız çıkarız, karlı yüce dağlara, El vererek asılırız mor siyah bulutlara. Neşemiz, andımız, yavuklumuz kayaklar, rüzgarlar kanadımız, yuvamız karlı dağlar” Yol boyu ben -daha küçük yaşlardayken- genellikle babamın omzunda oturuyor olurdum. El ve ayak parmaklarım neredeyse donardı. Çevrede sonsuz beyazlıktan başka bir şey görünmezdi. Bazen yüzü de acıtan bir tipi olurdu. Bazen de sis. Bazen o tipinin ve sisin içinden sürü halinde kocaman köpekler havlayarak üstümüze gelirdi. Sopaları görünce, neyse ki geri dönerlerdi. Kayakevine varılınca hemen sobalar yakılırdı. Ya da “Asalettin Efendi” çoktan yakmış olurdu. Biraz dinlenilir belki, sonra hemen kayağa çıkılırdı. Kayakevinden, piste kadar olan yol yine toplu halde yürünürdü. İlk önceleri dağda teleski de yoktu henüz. Kayaklar omuza konup tepeye çıkılır, aşağı kayılır, sonra hadi tekrar kayaklar sırtlanır, tepeye çıkılır, haydi yine aşağı. “Asalettin Efendi” sonraları teleskiden de sorumlu olmuştu. “Aslalettin Efendi, nasıl durum teleski çalışacak mı?” Kayarken herkes diğerine “Oo çok iyi hareketti.. Harika döndün… duruşun mükemmeldi….” bazen de “Sağı açççç aç, sol bas” gibi bağırtılar yükselirdi. Aşağıda ise Ankara kapkara bir is gölü olarak görünürdü.

Akşamları şömine yanar, yemeklerden sonra etrafında toplanılır, gece geç vakit de ateşin üzerinde şişte sucuk yapılırdı. Ben bu kez de kayak evinin o çok hoşlandığım kaygan zemininde tekerlekli paten kayardım. Koca salonda kayarak sekiz çizmek, bazı yerlerde atlamak, zıplamak çok hoşuma giderdi. Bazen birden elektrik gidiverir, o zaman birileri ellerinde fenerle bodrum katına jeneratörü tamire inerdi. Şömine sohbetleri çok geç vakitlere kadar sürerdi. Üst kattaki asma balkonda- ki oradan büyük salonu kuş bakışı izlerdiniz- “gençler” (Abim, ablam ve akranları) vakit geçirirdi. Ben gider yatardım herkesi beklemeden. İki büyük bir de küçük ranzalı yatakhane vardı. Ahşap merdivenlerle çıkılan üst katta idi bir büyük bir de küçük yatakhane. Odalardaki dolaplarda saklanan ve gelince kendimizin çıkarıp yataklarımız yaptığımız yastık, battaniye ve çarşafların çok kendine özgü bir kokusu olurdu. Küçük yatakhanede cam kenarında ve ranzanın yukarısında yattığımda, tipinin ve fırtınanın ıslığımsı sesini duyar, dışarıda karanlığın içindeki sonsuz beyazlığı, kayak evinin önündeki, fırtınadan eğilip bükülen o tek çıplak ağacı camdaki buğunun arkasından bir süre izlerdim. Bir de yanan sobanın tavanda kızıl kızıl dans eden alevini.

Pazar sabahları Kayakevinin salonunu çay kokuları doldururdu. Büyük masalara dağılmış “kayakçılar” neşe içinde kahvaltı ederdi. Hep neşe vardı, ya da bana öyle gelirdi, henüz çocuk olduğum için.

Kayakevinde yaşayan kocaman siyah “Karabaş” da bu yeme-içmelerden nasibini alırdı.
Pazar akşam üstleri bu kez iki gün kaymaktan yorgun argın, bütün adaleler ağrıyarak ve kayak ayakkabısının sert kenarının denk geldiği bilekler sızlayarak, otobüse kadar aynı yol, bu kez çoğunlukla kayarak gidilir, otobüse binilir ve yine çok kahkaha atarak, çok konuşarak, çok şarkı söyleyerek Ankara’ya dönülür. Bir sonraki hafta sonuna kadar. Daha ileriki yıllarda Şubat tatillerinde de iki hafta çocuklar ve gençler için kamplar olurdu. Kamp sonunda da hepimiz kar yanığından kapkara olmuş suratlarla, sadece iki göz kalmış olarak şehre dönerdik.

Öyle ki, 14-15 yaşıma gelene kadar şehirde hafta sonu ve sömestr tatillerinde yaşam yok sanırdım.


Babamın neden kayaklarımı taşımamı
istemediğini anlayamadığım an


Ankara’ya lapa lapa kar yağmış da işte, aklıma gelenler.

10 Mayıs 2018 Perşembe

ŞU KARMA NEDİR? NASIL ÇÖZÜMLENİR




Ruhsal varoluşun ve Evren'in en bilinen fizik kuralıdır "Karma". Yaydığımız enerjinin aynısı tıpatıp bize geri döner. 

İşte bu yüzden de "başımıza gelen her şeyin" sorumlusunun aslında kendimiz olduğu bilgisini de barındırır. Sonsuzluktan beri gelen yaşamlarımız boyunca ektiğimiz enerjiler, mutlaka varlığımızın bir noktasında karşılığını bulacaktır. Bazen hiç beklemediğimiz bir anda aynen bize geri dönecektir. 

Bizler, ruhsal varlıklar olarak mükemmele doğru ilerlemek istiyoruz. Derinlerde, özümüzde bu istek kayıtlı, biz farkında olsak da olmasak da. Bu istekle sayısız kez yeniden doğarız. Fizik ortama her doğuşumuz mükemmellik yolunda biraz daha ilerlemek, fizik ortamın ego sınavlarında biraz daha geçip, Tanrısal özümüze biraz daha kavuşmak (ki bu da mükemmelliğin tanımıdır) amacı iledir. Bu amaç içerisinde Evren bize kendi davranışlarımızın ya da yaydığımız enerjinin başkaları tarafından nasıl algılandığını, ne hissettirdiğini göstermek ister. Eğer acı veren bir davranışta bulunduysak, er geç aynı çeşit bir acı gelip bizi bulacaktır. Tam bu noktada şunu bir daha hatırlamakta yarar var: Biz başkalarına ancak ego yoluyla, egomuzu korumak yoluyla, yani egoist davranışlar yoluyla zarar verebiliriz. Demek ki burada da gözlemleyeceğimiz esas faktör kendi egomuz olacak. Başkalarına, topluma, doğaya verebileceğimiz zararları bir gözden geçirelim. Aklımıza ne gelirse gelsin egonun ürünüdür. Ego'nun üç silahını hatırlayalım: Başkalarını ya kendimiz daha çok para sahibi olalım diye, ya daha yüksek mevki sahibi olalım diye ya da bunlardan eksilmeyelim, ödün vermeyelim diye ezer geçeriz. Ya da dizginlenmeyen cinsel arzulardır başkalarına zarar verilmesi.

Bütün olumsuz davranışlarımız buna maruz kalanlar tarafından üzüntü, acı (bazen bedensel), kıskançlık, bazen nefret ve kin ile karşılık bulacaktır. Yarattığımız bu duyguların dengesiz kalması, yani tek tarafta kalması evrenin fiziğine uygun değildir. Aynı üzüntü, kin, acı ve nefreti buna kaynak olanın da deneyimlemesi gerekmektedir. Öyleyse varlığının bir noktasında kendi davranış biçiminin aynısı bu kez kendisine yapılacak ve kişi aynı duyguları tadacaktır. Eğer kendisi bu durumun bilincinde ve farkında değilse –ki çoğunlukla değilizdir- bu kez kendisi tekrar aynı davranış biçimiyle ya aynı kişiye ya da başkalarında aynı olumsuz duyguları yaratma yoluna gidecektir.

Karma bu şekilde sürer gider, ama nereye kadar? Bir noktada taraflardan o sırada alacaklı olan tamamen ve saf bir niyetle diğer tarafı AFFEDİNCEYE kadar. AFFETMEK karmayı bitirir. Affetmediğimiz ve affedilmediğimiz sürece Karma devam edecektir. Karma devam ettikçe de biz yeniden ve yeniden fizik ortama doğarak hep karmalarımızı baştan ve baştan yaşayacağız.

Aslında kadim toplumlar bu bilgilerin hep farkındaydılar. Düşünelim, neden cenazelerde ölenin yakınlarına sorulur: "Hakkınızı helal ettiniz mi?" Yani aslında hesap o noktada kapansın istenir. Temiz, gönülden bir affetme duygusu bütün olumsuz olasılıkları artık yok edecektir.

Isa da eğer Yaratan tarafından bağışlanmak istiyorsak öncelikle kendi bağışlamadığımız kişileri bağışlamamızı söyler. Der ki, "eğer Tanrıdan dua yoluyla bir şey isteyecekseniz, önce birine karşı affetmediğiniz bir durum varsa onu affedin ki, Tanrı da sizi bağışlasın. Başkalarını yargılamayın ki, Tanrı da sizi yargılamasın, çünkü hangi yargıyla yargılarsanız onunla yargılanacaksınız. Hangi ölçüyle ölçerseniz aynı ölçüyle ölçüleceksiniz". "Kimin günahlarını bağışlarsanız bağışlanacaktır. Kiminkini bağışlamazsanız bağışlanmayacaktır". İsa'nın verdiği bu Evren bilgisi burada adını koymadan tam olarak Karmanın kendisidir.

Dalai Lama'ya göre de affetmek iki seviyelidir. Birincisi karşılık vermekten ve intikam duygularından sıyrılmaktır, çünkü intikam diğer kişiye acı verecektir, affetmenin diğer seviyesi ise düşmanlarınıza karşı artık kızgınlık duygusu bile geliştirmemektir. Kızgınlık, öfke problemi çözmez, sadece kendinizde rahatsızlık duygusu oluşturur. Kendi zihinsel huzurunuzu yok eder. Oysa sağlıklı bir bedene ancak sağlıklı bir zihin neden olabilir.

Kur'an'da da affetmenin gerekliliği yine şu şekilde yer almıştır: "Ama [unutma ki,] kötülüğü cezalandırma [teşebbüsü] de, bizâtihî bir kötülük olabilir; o halde, kim [düşmanını] affeder ve barış yaparsa mükafatı Allah katındadır, çünkü O, zalimleri sevmez."

Öyleyse, tümüyle Ego'nun ürünü olan olumsuz duygulardan arınmaya çalışmak ve bağışlamadığımız kişi ya da olaylar varsa, bağışlamaya çalışmak, bağışlamaya niyet etmek ve sonunda bağışlamak olumsuz bir Karma döngüsünü bitirecektir. Bunun yerine kendimizi olumlu duygularla kuşatırsak, insanlara, diğer canlılara, dünyanın kendisine karşı geliştireceğimiz HER olumlu davranış ve his bize bir şekilde geri dönecektir. Olumlu davranmak egoya meydan okumak demektir. Bu yolla Karmalar sona erecektir.


- AŞK - SENİ BEKLERKEN Bodrum-Stuttgart-Londra-Antalya-Ingolstad.


Stairway to Heaven” çalıyor radyoda, Almanya’nın  bol yağmurlu bir öğleden sonrasında. Ingolstadt ’ta, Münchener Strasse’deki o geçici olarak kalmaya gelince tuttuğun, büyük, temiz, güzel, beyaz badanalı, enine uzun binadaki şirin stüdyo dairenin tek penceresinden Almanya’nın her santimetre karesi gibi yemyeşil olan arka bahçeye, yağmurun yıkarcasına vurarak indiği camın arkasından bakıyorum.

İçimde o imkansızlığı aşamama duygusu. İki sene süren bitiş ve tekrar başlama odaklı, Almanya-Türkiye arasında süregelen bu beraberliğin son buluşması olabilir bu. O yüzden buruk bir mutlulukla seninleyim.
Senin sabah erkenden çıkıp, akşam üstü döndüğün saate kadar ben kendimce zaman geçiriyorum, genellikle yürüyüşe çıkıyorum, peri masallarındakini andıran evlerle donanmış sokaklardan, bazı evlerin de resmini çekerek kasabanın merkezine doğru yürüyorum. Danube Nehrinin üzerindeki köprüden de geçip, her Alman kasabasında olan o trafiğe kapalı alışveriş alanında mağazalara bakıyorum, bir kafede bir şeyler yiyip içiyorum. Sonra ya seninle buluşuyoruz, ya da yine nehrin üzerindeki köprüden geçip eve dönüyorum.
Hafta sonuna rastlayan günümüzde Riedenburg’a gezi yapıyoruz. Yine nehir kenarında, yeşillikler içinde, tipik, güzel mimarisiyle bir Alman köyü. Köyün çevresindeki ormanlık tepede yürüyoruz. Mağaraların olduğu değişik bir park. Sen bana o mağaraların özelliklerini anlatıyorsun. Sonra nehir kenarındaki kafelerden birine oturup çay-kahve-pasta alıyoruz. Kafenin bir tarafında bir orkestra Almanca olduğu için kulağıma tuhaf gelen, marş gibi dans müziği çalıyor ve yaş ortalaması 65-70 olan çiftler slow dansa kalkıyor. Eşi olmayan kadınlar da birbirleriyle dans ediyor. Sonra Bruckstrasse’deki küçük meydanın sonundaki birkaç dükkânın bir arada olduğu (pasaj gibi) beyaz, şirin, iki katlı bir binaya doğru yürüyoruz. Binanın içindeki bir hediyelik eşya dükkânından “I love Riedenburg” yazılı bir t-shirt alıyorum. Onu alırken seninle belki de bir daha hiçbir araya gelmeyeceğimizi ve bu t-shirtin de seninle ilgili anılarımın arasında yerini alacağını düşünüyorum.
Sana kızıyorum belki biraz, ama bundan daha çok seni anlıyorum. Yine de bir keresinde artık umarsızlığının verdiği acı doluyor, taşıyor, dışa vuruyor ve “ben gidiyorum” diyorum. Sen oturuyorsun, ben tam önünde sana yakın ayaktayım. Kızgın -mı yoksa hüzünlü mü- gözlerle sana bakıyorum. Almanca,“gitme, burada benimle kal” diyorsun. Bu “gitme burada benimle kal”ın anlamının “çünkü seni çok seviyorum ve bir daha kaybetmek istemiyorum, gitme, aşk böyle, bu şekilde devam etsin” olmadığını ve aslına “çünkü şunun şurasında iki gün daha birlikte olacağız, şimdi olay yaratmayalım da bu iki günün keyfini çıkartalım, nasıl olsa bir daha görüşmeyiz” olduğunu anlıyorum. Sonradan Münih havaalanında beni yolcu ederken oturduğumuz kafede, artık ayrılmamıza dakikalar kala, ben bu imkânsız (mıydı?) ilişkinin devam edebileceğine dair bir belirti arıyorum gözlerinde ama seni sıkmamak ve böylece bu olasılığı da yok etmemek adına hiçbir şey sormuyorum. Soru bakışlarımda gizli olmalıydı ki sen artık bir daha göremeyecekmişiz gibi davranıyorsun.
Yağmurlu camın ardından bakarken, sonra aklıma senin daha önce İstanbul’dan ayrılışlarından biri geliyor. Sıcak bir Eylül gününde (çünkü doğum gününü birlikte geçirmek için gelmiştin) seni yolcu ediyordum. Uzun uzun sarılmıştık ve masmavi gözlerin dopdolu olup bir iki damla yaş yuvarlanıvermişti yanaklarına. Sonra, sen kapıdan geçip gittikten sonra kendimi boş bir çuval gibi hissetmiştim. Hemen ayrılmamış, uçağın kalkmasını beklemiş ve uçak gökyüzünde bir nokta olup sonra da kayboluncaya kadar arkasından bakmıştım. Sonra gelişini hatırlamıştım. Uçak gece 2’de varacaktı ve ben havaalanında beklemiştim. Yarım saat erken olmuştu iniş. Sonradan sen, birlikte el ele, sarmaş dolaş alandan çıkarken erken varış sebebinin, senin pilota “alanda sevgilin beklediği için hızlı gitmesini” rica etmen olduğunu söylemiştin.
Bir keresinde de seni Antalya hava alanında karşılamıştım. Yılbaşını birlikte Alanya’da geçirmeye karar vermiştik. O gün Antalya hava alanında seni iki saatten uzun süre beklemiştim ve uçak inip, sen kapıdan çıktıktan sonra birbirimize koşup, sarılmış ve sen beni kucağına alıp birkaç kez havada döndürmüşün de orada 2 saat beklediğime tanık olan biri “ beklemeye çok değermiş” demişti yanımızdan geçerken. Sen de “ne dedi?” diye bana sormuştun.
Yatağın yanında, pencerenin altındaki duvara dayalı o minik yemek sehpasının iki yanındaki sandalyelerden birinde oturmuş o yağmuru izleyip, radyoda da “Stairway to Heaven” ı dinlerken, birkaç damla gözyaşı da süzülüveriyor gözlerimden. Seninle geçirdiğim son günler olduğunu, biliyorum. Ve bunu büyük bir hüzünle de olsa kabul ediyorum. “Biraz acıyacak, sonra yine geçecek” diye düşünüyorum, “çok özleyeceğim, ama unutacağım”.
Bazı akşamlar o minicik masada şarabımızın da eşlik ettiği yemekler yiyoruz. Benim kafayı bulmamın en büyük belirtisinin çok fazla gülmem olduğunu biliyorsun. Bir keresinde yakındaki pizzacıdan -Pizzeria Sorrento- dönüşte eve yürürken bir gülme krizine giriyorum. Gülmekten yere düşer gibi oluyorum, sen de beni tutmaya çalışıyorsun ve dayanamayıp sen de kahkahalarla gülüyorsun.
Londra’da kiraladığımız evde de birlikte yemek yapıp şarap eşliğinde güzel sofralar kurduğumuz geliyor aklıma. Tarihin belki en soğuk günleriydi Londra’da. Ev ise sıcacıktı. Alanya’daki yılbaşından bir sonraki yılbaşında bu kez Londra’da buluşmuştuk. Orada da, Hard Rock Cafe’den birer t-shirt almıştık. O da seninle ilgili bir anı olarak hala duruyor. (Yıllar sonra yolun bir iş için Türkiye’ye düşünce beni de ziyarete geldiğinde o t-shirt i görüp “aa hala duruyor mu bu” diyecek idin.)
“Stair Way to Heaven” çalıyor, camdan dışarı, bahçeye ve camı yıkayan yağmura bakıyorum.
Bodrum’da o tanıştığımız Temmuz günü, benim yaz tatilimin son günü, son gecesi idi. (Sonradan sen “hep böyle olur, en son gün tanışılır” demiştin.) Seninle biraz daha görüşebilmek için, işe uyur-gezer gitmeyi göze alıp bir gün daha kalmıştım. Ayrılırken otobüs garında “Ben” dedin “Almanya’ya döneyim, tekrar gelirim”. Bir çeşit hayretle bakmıştım yüzüne. İşte ondan bir hafta sonra yine yoldaydın İstanbul’a doğru ve pilota “alanda sevgilinin beklediğini o yüzden hızlı gitmesini” söylüyordun.
“Stair Way to Heaven” çalıyor, camdan dışarı, bahçeye ve camı yıkayan yağmura bakıyorum. Bunun son buluşma olmadığını ummak istiyorum. Gözlerimden yaşlar süzülüyor.
Birkaç gün sonra, Münih hava alanında, senin gözlerinde ve dokunuşlarında tekrar buluşacağımıza dair bir belirti arıyorum.
Bulamıyorum.