Bu Blogda Ara

7 Ağustos 2018 Salı

PINK FLOYD, Yıldönümlerinde Bir Pink Floyd Anması

A Saucerful of Secrets is the second studio album by the English rock band Pink Floyd, released on 29 June 1968 by EMI Columbia in the United Kingdom and on 27 July 1968 in the United States by Tower Records. During recording, the mental health of singer and guitarist Syd Barrett declined, so David Gilmour was recruited to complement him; Barrett left the band before the album's completion.[5][6]

Whereas Barrett had led songwriting for Pink Floyd's debut album, Piper at the Gates of Dawn (1967), on A Saucerful of Secrets each member contributed songwriting and lead vocals. Gilmour appeared on all but two songs, while Barrett contributed to three.[7] "Set the Controls for the Heart of the Sun" is the only song on which all five members appeared.







4 Ağustos, ilk LP yıl dönümü 
(Makalenin tamamı ciddi kaynaklardan ve grup üyelerinin kendilerinin verdiği röportajlardan derlenerek tarafımca yazılmıştır)

*********


4 Ağustos 1967’de Pink Floyd ’un ilk albümü The Piper at the Gates of Dawn” İngiltere’de çıkıyor ve böylece Rock tarihinde yepyeni bir devir açılıyordu. 

The Piper at the Gates of Dawn
İlk Albüm
(Daha önce grubun 10 Mart 1967’de “Arnold Layne” ismiyle ilk single’ları çıkmış ve de listelerde 20’ye kadar yükselmiş idi. Şarkının çalınmasını BBC Radyo yasaklamıştı, çünkü parça kadın iç çamaşırları çalan bir travestiden söz etmekte idi. 24 Haziranda ikinci single’ı yayınlanmış ve “See Amily Play”, listelerde 6. Sıraya kadar yükselmiş idi, ben özellikle ikincisinden Beatles etkisi kokusu aldımsa da sonuçta o zaman Beatlemania söz konusu idi)

Grup 4 Ağustos 1967'de çıkacak bu albüm için grup 1 Martta stüdyoya girdi. Bu çalışma sırasında da enteresan bir karşılaşma 21 Martta gerçekleşti. Beatles o sırada Sgt. Pepper's (sarcınt paper) Lonely Hearts Club Band isimli albümü için çalışmakta idi ve Pink Floyd da  herkes gibi hayranı oldukları Beatles ile o gün tanıştırıldılar.

Rock tarihinin önemli bir an’ıdır diye düşünüyorum; Pink Floyd ilk albümü yaparken stüdyoda Beatles ile karşılaşıyor ve tanışıyorlar. (Bu arada bu albüm Beatles’in ilk Hard Rock albümü sayılıyor). 

Aslında 1965’te bir araya gelip, sahne almaya başlamış olan Pink Floyd bu ilk albüm sırasında RogerWatersSyd BarrettRichard WrightNickMasonBob Klose’tan oluşmakta idi. (Bob Klose gruptaki blues sanatçısıydı ve ailesinin üniversiteye devam baskıları sonucu kısa bir süre sonra ayrılacaktı) 

Pink Floyd kuruluş kadrosu 1965
Grubun ismi de Amerikan Delta Blues sanatçıları Pink Anderson ve Floyd Coincil ‘den geliyordu. Bu ismi Syd Barrett seçmişti. Aslında ilk LP de onun önderliğinde hazırlanmıştı. Parçaların hemen hemen hepsi onundu. Ayrıca tam da bu nedenle bu albüm daha çok 'psychedelic rock' olarak kabul ediliyor. Çünkü Syd'in tarzı buydu.

Roger Waters’in daha sonra “Dünyadaki en iyi bestecilerden biri idi” dediği, grubun esas yapı taşlarından olan, hatta aralarındaki deha olarak, grubun arkasındaki yaratıcı güç olarak da tanımlanan, parçalardaki karakteristik yeni teknikleri kullanan Syd Barrett’in de, malum, uyuşturucu kökenli uzun süren rahatsızlık, bu nedenle uyumsuzluk sürecinden sonra 6 Nisan 1968’de artık Pink Floyd’un üyesi olmadığı grup tarafından duyuruldu. 

Syd Barrett (1946-2006)
Çünkü Syd zaman içinde tuhaflaşmıştı. Bazen sahnede konseri yarım bırakıp çıkıyordu. Röportajlarda uzun sorulara tek kelimeyle yanıt veriyordu, genelde tek kelimelik konuşmaya başlamıştı. Birkaç konseri de onun gelmemesi nedeniyle son dakikada iptal etmek zorunda kalmışlardı. 1967 Kasım-Aralık aylarında Jimi Hendrix ile çıktıkları turneye Syd'in yerini alabilecek bir yedek gitarcı ile çıkmışlardı. Hatta 6 Aralık, London's Royall Collage konserine Syd'in arkadaşı olarak ziyarete gemiş olan David Gilmour'a gruba gitarist olarak katılmak ister mi diye soracaklardı. 

Gruba Syd sayesinde, ama onun yerine, sonradan katılacak olan David Gilmour Cambridge Technical’dan Syd’in okul arkadaşıydı. Okul zamanlarında öğle tatillerinde buluşurlardı. David, Syd’in çok çekici bir kişiliği olduğunu, çok zeki ve eğlenceli olduğunu söylüyor. “Herkes onunla arkadaş olmak istiyordu, ben dahil” diyor.

Her şeyin başlangıcı, kutsal 1960'ların ilk yarısındaydı. 
(In 1965, Barrett and Waters meet an experimental percussionist and an extraordinarily gifted keyboards-player — Nick Mason and Rick Wright respectively.

Syd ve Roger Cambridge 'de  Tom Merton Kolej'de tanıştılar. İkisi de 8-10 yaşlarındaydı. Evleri de çok yakındı. Roger onun çok zeki, yaratıcı, parlak biri oladuğunu söylüyor. Sonradan, ilerleyen zamanlarda Londra'ya taşınmışlardı ve ortak tutkuları müzik idi. Roger ve Syd Barrett müziğe yoğunlaştılar ve Londra'da ikisi de birer harika müzisyen olan Nick Mason ve Rick Wright ile karşılaştılar. (1965)  Birlikte "The Tea Set" isimli grubu kurarak daha çok Bo Diddley ve Chuck Berry  cover'ları çalarak sahne almaya başladılar. 

Şubat 1965'te yeni anlaşma yaptıkları bir gece kulübündeki ilk gösterilerinde Syd Barret grubu Pink Floyd olarak tanıttı. (Yine de bir süre daha The Tea Set adını zaman zaman kullandılar). 

(The name Pink Floyd was created on the spur of a moment by Syd Barrett, when another band, also called the Tea Set, was to perform at one of their gigs. The name came from two blues musicians in Barrett's record collection; Pink Anderson and Floyd Council.)

Mart 1965'da, o zaman çalıştıkları klüpte şarkılarının kendilerine ayrılan süreyi dolduramaması nedeniyle Syd Barrett'in geliştirdiği bir tarz ile, daha uzun gitar soloları ve eko teknikleri ekleyerek süreyi doldurma yoluna gittiler. Bu yeni tarz insanları çok şaşırttı ve çok beğenildi. Böylece ek yapılmış uzun sololarla gösterileri devam ederken hala isimi tam yerleştirmemişlerse de en sonunda "The Pink Floyd Sound" a karar verdiler. Bir müzik adamı Peter Jenner'in şöyle anlatıyor, "Bu tarz tamamen beni benden aldı. Rick ve Syd bütün o eko tekniklerini ve diğer şeyleri yaptılar. Çok avant-garde bir tarzdı ve harika idi". Böylece Ekim ve Kasım 1966'da bütün bohem öğrencileri akın akın gösterilerine çektiler. Fotoğrafçı John Hopkins de o dönem gösterilerini görenlerden. "Işık gösterisi yapmıyorlardı ama çok fazla renkli ışık vardı bu da nelerin geliyor olduğunun göstergesiydi" diyor.  


1966 Aralığında grup UFO Club 'da gösterilerine başlar. Klübun sahibi Boyd şöyle diyor "Grup ve Syd'in şarkıları underground bir klüp için harika soundtrack idiler". 3 Ay sonra ilk single'ları çıkacak ve Beatles ile rekabet edecek olmalarının sinyallerini vereceklerdi. Mason sonradan söyle söylüyor "Birkaç ay içinde, daha önce ancak fantazilerimizde yer alan bir duruma gelmiş idik" 


Aynı dönemlerde David Gilmour ise "Joker's Wild" isimli kendi liderlik ettiği grupta gitarist ve solist idi. Bu grup da daha çok Beatles türü müziğini ve zamanın Rock'n Roll türünün cover parçalarını çalıyordu. Hatta anlattığına göre, Beatles’in o sabah çıkan parçalarını müzik mağazasındaki kabinlerde dinleyip, notalarını yazıp, eksik, yanlış da olsa o akşam klüpte “işte Beatles’in bugün çıkan parçası” diye çalıyorlar imiş. Gilmour Daha sonra bir dönem Fransa’da bir grupla çalıştı hatta o arada Birigitte Bardot’un bir filmi için müzik yaptı.

18 Mayıs 1967’de Syd, David’i kayıt stüdyosuna davet etti. “See Amily Play” i kaydederlerken. “Ama Syd çok garipti” diyor David. “Gözlerindeki ışık gitmişti. Tuhaf konuşuyordu. Bu çok şok edici bir durumdu” diyor.

6 Aralık 1967’deki konserlerine David Gilmour, Syd'in arkadaşı ve seyirci olarak gitti. Orada Nick Mason, David’e “Eğer bir an gelir de senden gruba katılmanı istersek ne dersin?” diye sordu. David de “Evet derdim” dedi. Grup bir süre sonra David’i ikinci gitarist olarak aldı. Bu süre içinde iki solo gitaristli 5 kişi olmuşlardı ki "Bu da çok garipti" diyor David. 

"Sonra bir gün bir konsere çıkacaktık, birisi “Gidip Syd’i alacak mıyız” diye sordu. Birisi “Boş verin” dedi. Ve almaya gitmedik. İşte hepsi buydu. Bu şekilde bitmişti. Genç ve hırslı biri için harika bir duygusuz, katı, şefkatsiz durumdu” diyor. “Yani sen de onlar kadar kötülük etmiş oldun mu?” sorusuna “Eminim onlar kadar kötüydüm, evet” diyor.

Grubun tarihi boyunca bütün gösterilerinde yer alan olağanüstü ışık ve teknik gösterilerin hepsi aslında daha önce Syd’in hayal ve empoze etmiş olduğu şeylerdi.

Syd gruptan ayrıldıktan sonra bir süre daha grup üyelerinin de yardımcı olduğu solo çalışmalar ya da başka gruplarla müzik çalıştı. 1978’de başlangıçtaki sanatına, resme döndü. Annesiyle birlikte taşındığı Cambridge ’de bahçe ve resimle uğraştığı bir inziva yaşamına geçti, kimseyle irtibat kurmadı ve tek kelimelik konuşmalar dışında hiç konuşmadı, gazetecilerden aşırı rahatsız oldu. Kısa süreliğini de hastane de kaldığı oldu. Daha sonra 7 Temmuz 2006’da pankreas kanserinden vefat etti.

Nisan 1968’de Syd’in gruptan ayrılmasından sonra David grubun esas gitaristi oldu ama kendi ifadesiyle grup tarafından hep, “yeni çocuk” olarak nitelendirildi ve bundan da grup üyeleri çok hoşlanmaktaydı. (Ona her zaman “new boy” diye takılırlarmış, 20 yıl sonra bile.)

Grup Eylül 1975'te çıkan 'Wish You Were Here" albümündeki aynı isimli parçayı ve  "Shine On You Crazy Diamond" isimli parçayı Syd için yaptı. Ve Syd için yaptıkları, sözleri Roger Waters tarafından yazılmış olan parçanın kayıtları sırasında inanılmaz bir olay yaşandı ve grup elemanları yaşamının geri kalan kısmında bunu adeta bir yara olarak taşıdılar. 


Grup 1975 Haziranında Abbey Road Studio 'da albümün kayıtlarını yapmaktaydı. 7 Haziran günü de Syd için yaptıkları "Shine On Crazy Diamond" u kaydetmekteydiler. Aynı gün daha sonra David Gilmour'un nikahı da olacaktı. 

Temmuz 1975, Wish You Were Here kayıtları sırasında
Kayıtlar sürerlen kontrol odasına şişman, kafası ve kaşları traşlı biri girdi. Adamın elinde bir diş fırçası, dişerini fırçalayarak dolaşmaktaydı. Bazıları bu kişiyi EMI müziğin bir adamı, kimi teknisyen, kimi de birlerinin tanıdığı olduğunu düşündü. Sonra birden o inanılmaz gerçeği ilk David fark etti ve Mason'a dönüp "Bu Syd" dedi. Yani, tam o sırada belki de içleri yanarak kaydettikleri parçanın konusu, Crazy Diamond 'un -Çılgın Elmas'ın- kendisi karşılarındaydı. Hepsi şoka girdi. Syd, kendilerine gitar çalmak için hazır olduğunu söyledi. Roger Waters ve David Gilmour gözyaşlarına boğuldular. Syd kaydolmakta olan parçayı biraz dinledi ve tek söylediği "Sounds a bit old" ("Biraz modası geçmiş bir melodi") dedi. Kayıt bitene kadar kaldı. Sonra da David'in nikahına katıldı. Sonra, aynı geldiği gibi, kimseye haber vermeden ortadan kayboldu.


David-Ginger düğün, 7 Temmuz 1975
(Crazy Diamond stüdyo kayıtından hemen sonra) 

Rick Wright daha sonra bir ropörtajda şöyle anlatıyor: "Bir adamın arka tarafta oturduğunu gördüm ve tanımadım. Sonra Syd olduğunu söylediler. İnanamadım. Bütün kafası, kaşları traşlı idi. Atlıyor, zıplıyor ve dişlerini fırçalıyordu. Korkunç bir şeydi. Roger göz yaşlarına boğuldu, sanırım ben de. Çok şok edici bir durumdu. Yedi yıl hiç bir kontağımız olmamıştı sonra bir gün onun için özel yaptığımız parçanın kaydı sırasında içeri giriverdi. Bilmiyorum, rastlantı mı, karma mı, kader mi, kim bilir? Ama çok çok çok yerle bir edici bir andı" 



*******
Shine On Crazy Diamond 
(Parlamaya devam et, Çılgın Elmas)


Hatırla gençken, güneş gibi parlıyordun
Parla seni çılgın elmas
Şimdi gözlerinde bir bakış var, gökyüzündeki kara delikler gibi
Parla seni çılgın elmas
Çocukluk ve yıldızlığın çapraz ateşine yakalandı

Hatıtla gençken güneş gibi parlardın,
Parlamaya devam et, sen, çılgın elmas
Şimdi gözlerinde gökyüzündeki kara delikler gibi bir bakış var.
Parlamaya devam et, sen, çılgın elmas
Çocukluğun ve yıldızlığın çapraz ateşine yakalandın
Ayağın yerden kesildi çelik rüzgarlarla 

Hadi gel, sen, uzaklardaki gülüşlerin hedefi,
Hadi gel, sen yabancı, sen efsane, sen mağdur olan 
ve parla

Sırrı bulmak için çok acele ettin, imkansızı istedin
Parlamaya devam et çılgın elmas

Geceleri gölgelerce tehdit edildin ve ışıkla kaldın
Parlamaya devam et çılgın elmas
Yani -gelişigüzel dakikliğinle hoşgörüleri tükettin
Çelik rüzgarlara bindin
 
Hadi gel sen yaygaracı, sen hayal görücü,
Hadi gel, sen ressam, sen mahkum
ve parla

Kimseler bilmez neredesin, ne kadar yakın ne kadar uzaktasın
Parlamaya devam et çılgın elmas
Yükselmeye devam et, sana orada katılacağım.
Parlamaya devam et çılgın elmas
Ve birlikte geçmiş zaferlerin gölgesinde güneşleneceğiz.
Çelik rüzgârlarda yelken açmaya devam et

Hadi gel, sen erkek çocuğu, sen kazanan ve kaybeden,
Hadi gel, sen gerçeğin ve aldanışın madencisi,
Ve parla. 

Çeviri: Zeynep N. Dumlu.

*****

Roger Water bir 1975 ropörtajında "Syd için çok üzgünüm. Onsuz bu grup asla başlamazdı, çünkü bütün başlangıç parçaları onundu. Ama onunla da süremezdi" der.


David Glilmour ise "Shine on Crazy Diamond Syd için yazıldığından ve Wish You Were Here de bir af dileme parçası olduğundan bu parçaları onu düşünmeksizin söyleyemiyorum", ayrıca Wish You Were için "Parçanın Roger'in Syd için hissettiklerini harika bir dile getirme biçimi olduğunu düşünüyorum ve benim hislerimle de tümüyle örtüşmekte" diyor. 



Wish You Were Here
(Keşke Burada Olsaydın)

Demek,
Demek, cehennemden cenneti anlatabileceğini düşünüyorsun
Acılardan mavi gökyüzünü.
Güneşli, yeşil bir tarlayı, soğuk çelik bir ray ile anlatabilir misin?
Bir peçeden bir gülüşü

Anlatabileceğini mi düşünüyorsun?

Sana kahramanlarını hayaletler için mi bıraktırdılar
Ağaçlarları yakıcı küller için mi?

Serin meltemleri yakıcı hava için mi?
Küçük tesellileri değişiklik için mi bıraktın? 

Ve sen, bir kafesteki liderlik rolü için, 
Savaştaki küçük rolünden mi vaz geçtin? 

Nasıl isterdim,

Nasıl isterdim burada olmanı
Biz seninle bir akvaryumda yüzen
İki kayıp balığız
Yıllarca aynı yerde dönüp duran
Ne bulduk?
Aynı eski korkuları

Keşke burada olsaydın.

Çeviri: Zeynep N. Dumlu 

*****

Zamanla kişisel ve müzikal farklılıklar doğmaya başladı grup içinde. Çekişme daha çok Roger Waters ve David Gilmour arasındaydı. Bu durum dayanılmaz hale gelinceye kadar da yine birkaç yıl geçti. O arada iki LP daha çıkardılar.

30 Kasım 1979'da çıkan The Wall 'in stüdyo kayıtları sırasında anlaşmazlıklar iyice su yüzüne çıktı. Pink Floyd ikiye bölündü. David Gilmour, Nick Mason ve Rick Wright bir tarafta idi ve Roger Waters'in studyodaki uzlaşmaya isteksizliğinden moralleri bozulmuştu. Gilmour daha sonra Rolling Stone'e 1987'de verdiği ropörtajda "Roger'in kendi yönteminin kabul edilmesine zorladığını" söyledi. Waters ise grup arkadaşlarının söz yazma konusunda daha az yetenekli olduğunu söyledi. "Çünkü yazdıkları sözler asla benimkiler kadar iyi değildi. Gilmour'un sözleri üçüncü sınıftı" dedi. 


The Wall turnesi sırasında anlaşmazlıklar daha da arttı, Waters başka otellerde kaldı ve grup üyeleriyle sahne dışında konuşmadı. 


1983'te The Final Cut albüm çalışmaları sırasında çatışma katlanılmaz hale geldi ve hatta albümüm yapımcı listesinden Gilmour çıkartıltı.


Böyle bir süreçten sonra Roger Waters Ocak 1985’te gruptan ayrıldığını açıkladı. Wight da hukuksal olarak ayrılma süreci başlattı. Ancak Gilmour ve Mason Pink Floyd’u devam ettirmeğe karar vermiş idi. Epey karmaşık ve hatta mahkemeye taşınan bir süreçten sonra şu anlaşmaya varılır: Roger Waters gruptayken ürettikleri parçaları sahnede söylemeğe devam edecek, kendi yeni solo parçaları yanı sıra. Gilmour ve Mason ise Wright ile birlikte Pink Floyd olarak kayıt yapabilecek ve sahne alabilecekti.

Roger Waters’in çok duygusal, çok hassas biri olduğu sonucuna vardım, röportaj okuma ve dinlemelerimde. Roger hayatla eğlenemiyordu. Her şeyi çok ciddiye alıyor ve belki de aşırı kuralcı davranıyordu. Belki de kafasında kendi kurduğu Pink Floyd vardı ve "Yeni Çocuğun" müdahale etmesini hoş karşılamıyordu. Bu hassas kişiliğinin esas nedeninin babasının 30 yaşında, Roger 5 aylık iken ikinci dünya savaşında, İtalya'da, Nazilerle savaşırken kayıp olması, babasız ve sorumluluk alarak büyümesi ve hayatı boyunca babasının yokluğunu hissetmesi ve ölümünü araştırması olduğunu düşünüyorum. 
Birkaç aylık Roger Waters hiç tanıyamadığı babasıyla
Bir röportajında gözleri dolu dolu “Babam harika bir  insandı onun genlerini taşıdığım için çok mutluyum” demekte. Anlattığına göre babası İkinci dünya savaşında vicdani retçi idi, sonra ambulans şöförü olarak savaşa katıldı ve sonradan bombalanma alanında gönüllü olarak çalıştı ve orada annesiyle tanıştı. Ve ikisi birlikte politika ile ilgilenmeye başladılar. Birlikte komünist partiye katıldılar. Bu nedenle babası savaş konusundaki fikir değiştirerek faşizme karşı savaşmaya gitti. Ve orada öldü. Babasının bu denli prensipli ve inançları uğruna savaşan biri olması onu da babasının gurur duyacağı bir şeyler yapmasına ilham kaynağı oldu. “Bir zaman Amerika’da bir gösterimiz vardı. Ara verdiğimizde bizi görmek isteyen savaş gazileri ile görüşüyorduk. O gün bir gazi yanıma yaklaştı, tam sahneye gidiyordum, omzuma dokundu dedi ki –burada gözleri yaşarıyor, sesi titriyor ve benim de boğazım düğümleniyor- “Baban seninle çok gurur duyardı”. 

Peki Roger hayatı boyunca aradığı babasının ölüm yeri ve hikayesini buldu mu?

Bunu yazar Marco Patucchi’den dinleyelim:

Marco 2013 yılı sonunda bir gün 96 yaşındaki gazi Harry Shindler’den bir telefon alır. (Harry 2. Dünya Savaşında italyada çarpışmış son 16 yılını kayıp askerlerin hikayelerini ortaya çıkarmaya adamış ve onlarcasını bulmuştur)

-“Merhaba Marco” dedi Harry. “Roger Waters diye birini tanıyor musun”

-“Kesinlikle. Dünyadaki diğer yüz milyonlarca kişi gibi”

-“Gerçekten mi? Belli ki benim pek haberim yok. Bir grupta çalıyormuş. İsminde bir renk olan, kırmızı mı, pembe mi, Floyd galiba? İyi bir müzisyen olduğunu söylediler. Ama ben tanımıyorum. Ben Beatles’ta kaldım. Her neyse, bu Roger yıllardan beri babasını bulmaya çalışıyormuş. Ben buldum. Evraklar elimde, ona nasıl ulaştırabilirim?

Bu adam dünyanın en önemli müzisyenlerinden birinin en sevilen eserlerinin ve yazdığı sözlerin nedeni olan ve çocukluğundan beri aradığı kaybını bulduğunu, onun yaşamındaki kara deliği kapatacağını söylüyordu.

“En iyisi acentesi ile bağlantıya geçmen” dedim.

Böylece evraklar Waters'in Los Angeles'teki acentasına gönderilir. 

Rapor eline geçince babasının nerede, nasıl, saat kaçta öldüğünü bütün detaylarıyla öğrenen Roger hemen Harry’i arar. Hıçkırıklarla boğulmayla kesintilere uğrayan bir ses ile teşekkürlerini iletir. 

Harry ona mezarın yerinin tam bilinmediğini ama öldükleri yere bir plaket konacağını ve bu tören sırasında gelmesini söyler. Ve 17 Şubat 2014’te Roger’in babası Eric Waters’in ölmüş olduğu Aprilia’da buluşurlar.


Gazi Harry Shindler ve Roger Waters

Roger Waters, Marco Patucchi ve Gazi Harry Shindler

Roger Waters, babasının öldüğü noktada

Anıt açılışı
Tören sırasında Roger kendi bestesi “Outside of the Wall” ı trumpet ile çalar. Ve Harry sonunda, o anda, aslında Pink Floyd’u ve müziğini bildiğini anlar.

David, buna karşın, Üniversitede öğretim görevlisi olan babasının desteğini her daim hissederek büyümüş, varlıklı, Amerika'da çıkan LP'leri anında babası tarafından temin edilen, zaten aksanından da hemen anlaşılan biraz 'posh' bir ailenin çocuğu. Bir yandan da tüm zamanların en iyi gitaristi ve kendi deyimiyle "gençken hırslı" doğası belli ki öyle kenarda köşede kalacak bir kişilikle sonuçlanmamış. Bu iki alfa karakter, doğal olarak alan karmaşası yaşamış, anlaşılan. 



Genç ve "hırslı" David


İki alfalı genç Pink Floyd

Pink Floyd’un hikayesine dönelim, 2 Haziran 2005’te Bob Geldof’un teşviki ile (tabii ki Waters'siz) grup olarak Live 8 (Live Aid konserlerinin 20. Yıldönümü) yer almaya karar verdiler. Ve Waters’i de kendilerine katılması için davet ettiler. O da kabul etti ve vokali Gilmour ile paylaştı. Eski grup olarak birçok parçalarını seslendirirler. Bu da Rock tarihinde oldukça önemli bir olay olarak kabul edilmekte.
2 Haziran 2005, Live 8
Özellikle finalde grubun kucaklaşarak bir olmaları Live Aid’in ikonik imajı haline gelir.

15 Eylül 2008’de Rick Wight vefatı ile grubun hayatta 3 üyesi kalır.

10 Temmuz 2010’da Waters ve Gilmour bir özel yardım gecesinde, sevdikleri birkaç müzisyenle birlikte Pink Floyd şarkılarını seslendirirler.


10 Temmuz 2010

12 Mayıs 2011’de Waters’in Londra’daki Wall konseri sırasında Gilmour duvarın tepesinde belirir ve yine eskisi gibi 'Comfortably Numb'’daki kendi bölümünü söyler. Nick Mason da konserdedir ve final parçası ‘Outside the Wall” için onlara katılır. Seyirci afallamış ve mutluluktan deliye dönmüştür. (Yukarıdaki renkli linke basarak izlemenizi öneririm






********
Şimdilerde yapılan ropörtajlarda ise bu her iki alfa da benzer şeyleri söylüyor. David "Gençtim, hırslıydım. Sıkıcı konular. Bahsetmeyelim". Roger de "Yanıldım, yanlış davrandım" diyor. 

Roger Waters kendisine sorulan “Tekrar dönüp Pink Floyd olarak bir araya gelip devam eder misiniz sorusuna, “Neden döneyim, şu anda yaptığım işten çok keyif alıyorum, neden geriye bakayım”, şeklinde yanıt veriyor.
Pink Floyd’un kendi sitesindeki şu cümlelerle bitireyim:

“Yol boyunca sayısız ödül alındı ve onurlandırma oldu. Müziğe ve popüler kültüre katkıları için sayısız kez ödüllendirildiler. Ve hatta 2010’da İngiltere Kraliyet Postası ‘Division Bell’ görüntüsünü pulları için kullandı.


Yani, Pink Floyd için yolun sonu mu bu? Yoksa hala varlar mı? Yine birlikte sahne alacaklar mı? Yeni kayıtlar yapacaklar mı? Hayatta olan üyelerin Syd Barret’in seçmiş olduğu isim altında toplanmaları ve yeni müzik yapmaları şimdi hayli olasılıksız görünüyor. Ama kim bilir? Pink Floyd’un varlığında her zaman bir gizem olmuştur.”








*************



Kaynaklar: 



10 Temmuz 2018 Salı

TIME, Pink Floyd, 1973




ZAMAN

sıkıcı bir günü oluşturan anları acımasızca geçirir,
 saatleri şuursuzca boşa harcarsın 
doğduğun yerde aylak aylak dolaşır,
birisinin ya da bir şeyin sana yol göstermesini beklersin

güneşte uzanmaktan, evde oturup yağmuru seyretmekten bıkarsın
gençsindir ve hayat uzundur ve bugün öldürmen gereken zaman vardır
ve bir gün on yılın geçip gittiğini fark edersin
kimse sana ne zaman koşmaya başlayacağını söylemedi, 
başlama atışını kaçırdın
ve koşarsın ve koşarsın güneşi yakalamak için ama o batmakta,
tekrar arkanda belirmek için koşuşturmaktadır
güneş nispeten aynı ama sen daha yaşlısın
nefesin azalmış ve ölüme bir gün daha yakınsın

yıllar gittikçe kısalır ve asla zamanı yakalayamadığını hissedersin
planlar ya başarısız olur ya da sayfaların yarısı karalanmıştır
Sessiz bir çaresizlik içinde kalmak İngiliz yaşam biçimdir
zaman geçti, şarkı bitti, sanırdım ki daha söyleyecek şeylerim vardı.

evde, evdeyim yeniden
severim burada olmayı, olabildiğimde
ne zaman eve yorgun ve üşümüş gelsem
Ateşin yanında kemiklerimi ısıtmak güzel
Uzakta, tarlanın karşısında
demir çanın çalması
imanlıları diz çökmeye çağırır
yumuşakça konuşulan büyülü heceleri duymak için












Ticking away the moments that make up a dull day
Fritter and waste the hours in an off-hand way
Kicking around on a piece of ground in your home town
Waiting for someone or something to show you the way

Tired of lying in the sunshine staying home to watch the rain
You are young and life is long and there is time to kill today
And then one day you find ten years have got behind you
No one told you when to run, you missed the starting gun

And you run and you run to catch up with the sun but it's sinking
Racing around to come up behind you again
The sun is the same in a relative way, but you're older
Shorter of breath and one day closer to death

Every year is getting shorter, never seem to find the time
Plans that either come to naught or half a page of scribbled lines
Hanging on in quiet desperation is the English way
The time is gone, the song is over, thought I'd something more to say

Home, home again
I like to be here when I can
When I come home cold and tired
It's good to warm my bones beside the fire
Far away, across the field
The tolling of the iron bell
Calls the faithful to their knees
To hear the softly spoken magic spell







29 Mayıs 2018 Salı

Bir Çevirim: Liberal Demokrasi Krizde, The Guardian, 27 Mayıs 2018


Liberal Demokrasi Krizde.  Ama biz onun ne olduğunu biliyor muyuz?

  • 27 Mayıs 2018'de, The Guardian'da yayınlandı. 
  • Yazar: Helena Rosenblatt, New York, Graduate Center of the City Universitesinde tarih profesörü. Çıkacak olan “Liberalizmin Kayıp Tarihi: Antik Roma’dan 21. Yüzyıla” isimli kitabın yazarı.
25 yıl önce Freed Zakaria yeni ve büyümekte olan bir tehlikeye karşı uyarıda bulunmuştu: “Liberal (özgürlükçü) Olmayan demokrasi” dünya çapında yükselmekte idi.

Demokratik yollarla seçilen hükümetler özgürlükçü (Liberal) esasları küçümseme alışkanlığı edinmişlerdi. Hukuk kuralarını açıkça ihlal etme ve halklarını temel haklardan ve dokunulmazlıklardan yoksun bırakma yoluna girmişlerdi.

Bugün, artık birçok insan bir varoluş krizinin sarsıntıları üzerinde durduğumuza inanıyor. Liberal demokrasi "artık yıkılmaya, arzu edeceğimizden çok daha yakın” diye yazmakta Ed Luce, Financial Times’da. Hatta ABD eski dışişleri bakanı Madeleine Albright yeni kitabında faşizmin yeniden canlanıyor olması konusunda uyarılarda bulunmakta.

Bugün artık Amerikan demokrasisinin kendisinin risk altında olduğuna dair de giderek büyüyen bir fikir birliği mevcut. The Economist, ABD’yi şimdiden “kusurlu demokrasiler” kategorisine katmış durumda. Tam da burada başka bir tehlike daha mevcut: Amerikalılar demokrasi konusuna giderek daha çok boş veriyorlar, geleneksel ideallerine olan ilgilerini giderek kaybediyorlar. “Liberalizm başarısız oldu”, diye yazmakta Patrick Deneen. David Brooks ise New York Times’daki yazısında “Problem, liberallerin kendi liberal demokrasi değerlerini nasıl savunduklarını unutmuş oldukları”, diyor. “İlk prensiplerine geri dönmek zorundalar, özgürlükçü demokrasinin genel kurallarını hatırlamak zorundalar” diye devam ediyor.

Esas sorun özgürlükçü demokrasinin tam olarak ne olduğunu bilmememiz. Ortalıkta konuyla ilgili tonlarca kitap, yok oluşuyla ilgili yine tonlarca makale ve fikir dolaşmakta ama yazarları aynı konuda konuştuklarını sanarak aslında çok değişik konulara değinmekte. Çünkü hepsinin terminolojisi farklı. Kavramlar konusunda değişik tanımlamaları var. Ed Luce özgürlükçülüğü bir şekilde tanımlarken, David Brooks başka bir şekilde, Patrick Deneen daha başka bir şekilde. Daha aynı kavramlardan konuşmuyor iken, bizler nasıl özgürlükçü demokrasi hakkında doğru dürüst bir tartışma yapabiliriz ki?

Gerçi problem anlam tartışmalarından da ötede. Terimler konusundaki karışıklık insanların düşünme sisteminde de karmaşaya neden olmakta ve liberallerin kendi politikalarının esaslarına ve zayıflıklarına dair anlayışlarını bozmakta.

Şimdi liberal demokrasi teriminin anlamını açıkça ortaya koyma ve kavramın nelere dayalı olduğunu tam olarak aydınlığa kavuşturma zamanı geldi de geçiyor. Bunun için de bu kavramın tarihini anlamamız gerekiyor.

Bu konuyla ilgili bir yaygın hata, liberalizm ile demokrasiyi birleştirmek üzerine. Bu iki kavram eş anlamlı değildir oysa. Kendi tarihsel gelişimlerinde hatta birbirleriyle bağdaşır bile değillerdi. Kendi tarihsel süreçlerinde, antik yunan zamanlarında, “demokrasi” “halk tarafından yönetilmek” anlamına geliyordu. Bazıları bunu bütün erkek vatandaşların direk olarak yönetime katılması olarak yorumladı. Diğerleri bunu erkek vatandaşların seçimine dayalı bir temsil sistemi olarak anlamlandırdı. Bununla birlikte, her iki durumda da, tam da 19. YY’ın içinde liberallerin büyük bir bölümü demokrasi fikrine düşman idi. Bu fikri kaos ve ayak takımı kurallarıyla yönetimle ilişkilendiriyorlardı. Demokrasi kavramının en fazla yükseldiği ve “klasik liberalizm” olarak anılan zaman diliminde bile demokrasi konusunda çok heyecanlı bir liberal ile karşılaşmak zor idi. Gerçekte ise, lberalizm anlayışında demokrasiyi frenleme niyetinin olduğunu söylemek yanlış olmaz.

Gerçekten de liberalizmi  kuranlar demokratlar değil idi. Benjamin Constant (Ç.N: 1767-1830, İsviçre-Fransız orijinli, politik aktivist ve politika ve din üzerine eserleri olan yazar), hem oylayanların hem de seçilenlerin varlıklılardan olması gerektiği konusunu çok sıkı savunmakta idi.  Fransız devrimi onun gibi liberallere kanıtladı ki, halk politik haklar için tamamiyle hazırlıksızdı. İnsanlar cahil, mantıksız ve şiddete eğilimli idi. Bu insanların baskısı ile hukuk sistemi askıya alındı, “halk düşmanları” giyotine götürüldü, haklar çiğnendi. Devrimin en demokratik dönemi aynı zamanda en kanlı dönemi oldu.

Napolyon'un despotluğu erken liberallerin demokrasi hakkındaki şüphelerini doğruladı
Evrensel biçimine uygun olarak, erkek oylamasına dayalı referandum ile legal hale gelen Napolyon’un despotluk dönemi de liberallerin demokrasi hakkındaki korkularının doğrulamış oldu. İmparatorun kazanması, Fransız halkının hiç şüphesiz kendi yönetimleri için sağlıklı olmayan tercih yapmış olmalarını ve doğuşlarından gelen propagandaya karşı hassaslıklarını kanıtladı. Napolyon’un sözde-demokratik rejimini isimlendirmek niyetiyle yeni buluşlar ortaya çıktı. (Ki bu aynı zamanda “demokratik despotizm” diye de isimlendirilmektedir) . Bazıları “Bonapartizm” (Ç.N:Bonapart kuralları tarafından yönetilme)  ya da “Caesarizm” (Ç.N:Diktatörlük) terimini kullanmakta. Constant ise “usurpation” (Ç.N:Gasp ile yönetim) olarak adlandırdı.

Bu “Usurpers” (Yani gaspçılar) sıklıkla kendi pozisyonlarını sağlamlaştırmak isterler bu nedenle de destek sağlamak için devamlı yalanlar ve propagandalar üretirler. Rejimlerine dayanak sağlamak için din otoriteleriyle ittifak kurarlar. Halkın kendi hainliklerine karşı dikkatlerini dağıtmak için gereksiz savaşlara girerler, bu sırada da kendi güçlerini sağlamlaştırırlar, ceplerini doldururlar ve kendi çevrelerini zenginleştirirler. En kötüsü de kendi yalanlarına ortak olmaları için kendi halkını oyuna getirerek baştan çıkarır, yozlaştırırlar.


Alexis de Tocqueville ( Ç.N:1805-1859, Fransız diplomat, politik bilimci ve tarihçi) de demokrasinin sonuçları konusunda derin kuşkulara sahipti. 1830 ve 1848 (diğer Napolyon tarafından gerçekleştirilen) yıllarındaki iki Fransız devrimi de onu büyük ölçüde sıkmıştı. Bir kez daha kanıtlanmıştı ki, kitleler demagoglar için kolay yem idi ve gelecekteki diktatörün en aşağılık içgüdüleri için kolayca pişerlerdi. Demokrasi ölümcül derecedeki bireyciliği beslerdi. (Tocqueville’nin sözlüğünde bencillik için kullanılan bir diğer kavram idi, bireycilik) 

Constant ve Tocqueville ( Ç.N:1805-1859, Fransız diplomat, politik bilimci ve tarihçi)  gibi ilk dönem liberalleri (özgürlükçüleri), demokrasinin tehlikelerini hesaplamak için epeyce vakit harcadılar. Halk egemenliğine bir sınır belirlenmeli, hukuk ve kişisel haklar garanti altına alınmalıydı. Ama gücü elinde bulunduran popüler kişi kolaylıkla çarpıtacağı ya da basit olarak yok sayacağı sürece hukuk kuralları da asla yeterli olmayacaktır. Liberal demokrasilerin hayatta kalması politik olarak eğitimli vatandaşlar gerektirmekteydi. Constant Fransa’da ülke çapında seyahat ederek Fransız halkına anayasaları, kendi hakları ve özgürlükleri konusunda öğretimlerde bulundu. Aynı amaçla bu konularda makaleler yazdı, konuşmalar yaptı. Gönüllü olarak özgürlük ve basın için savaştı.

Bu iki adam ayrıca liberal demokrasinin kurtuluşunun belli ahlaki değerlere de bağlı olduğuna inandılar. Liberal demokrasi bir halk olma ruhu ve ortak amaçlı topluluk olma duygusu gerektiriyordu. Tocqueville, “halk ahlakı” ve “halk erdemi”ni teşvik ve güçlendirme konusunda çok derin düşündü. Costant tüm etrafında gördüğü politik tatmin, ahlaki umursamazlık ve bencillik konularında kafa patlattı. Sadece diktatörler böylesine bir ahlak çökmesinden fayda sağlıyorlardı.

Böylesine bir ahlak azalışına nasıl karşı durulur? İkisi bunu da düşündü. Halk ruhunu taşıyan elitler temel taş olacaktı. “Aydınlanmış sınıf” ve “İyi niyetli adamlar” “gerçeğin misyonerleri” olmalıydı, şeklinde yazmıştı Constant.

İnsanları halkın yararına olmaktan alıkoyan kinizme (Ç.N: Erdemli olmak için dünya nimetlerinden vaz geçme)  karşı gayretlerini iki katına çıkarmak zorundaydılar. Tocqueville’nin dediği gibi, “demokrasiyi eğitmek” çok gerekliydi. “Ve bunu uygulamaya koymak bugünkü toplumun liderlerinin öncelikli işi” idi.

O zamana dair böylesine saptamaların bugün kulağa çok saf ve mantıksız gelmesi üzücü. Aslında gerçek, bizlerin hala kendi varoluş krizlerini yaşamış olan liberalizmin ilk kurucu babalarından öğrenecek çok şeyimiz olduğu. Onlar demokrasinin baskıcı bir rejimi doğurmaya eğilimli olduğunu biliyorlardı. Onların öğretilerine kulak verelim.

*********************************


Liberal democracy is in crisis. But ... do we know what it is?

It was 25 years ago that Fareed Zakaria warned against a new and growing threat: the rise of “illiberal democracy” around the world. Democratically elected governments were routinely flouting liberal principles, openly violating the rule of law, and depriving their citizens of basic rights and liberties.
Today, many believe that we stand on the precipice of an existential crisis. Liberal democracy is “closer to collapse than we may wish to believe”, writes Ed Luce of the Financial Times. In a bracing new book, the former secretary of state Madeleine Albright even warns of a revival of fascism.

There is a growing consensus that American democracy itself is at risk. The Economist’s index categorizes the United States as a “flawed democracy”. There is a danger within: Americans are becoming complacent about democracy, losing interest in their traditional ideals. Liberalism has failed, writes Patrick Deneen. The problem, says David Brooks of the New York Times, is that liberals have forgotten how to defend their “liberal democratic values”. They must go back to first principles; they must remember “the canon of liberal democracy”.

The trouble is that we don’t really know what liberal democracy is. A spate of books, articles and opinion pieces talk about its demise, but their authors speak past each other or around in circles, because they are using different definitions of the term. Ed Luce defines liberalism one way, David Brooks another and Patrick Deneen yet another. How can we have a proper discussion about liberal democracy when we are not speaking about the same thing?

The problem concerns more than semantics. The confusion of terms leads to confused thinking. It impairs liberals’ understanding of their own principles and weakens their politics. Their opponents easily exploit the verbal ambiguities. It is high time, therefore, that we clarify what the term “liberal democracy” means and what it stands for. For this we need to understand its history.

One common mistake is to conflate liberalism with democracy. The two concepts are not synonyms. For most of their history, they have not even been compatible. From the time of the ancient Greeks, “democracy” has meant “rule by the people”. Some have interpreted this to mean direct political participation by all male citizens. Others have taken it to mean a representative system based on the suffrage of all male citizens. Either way, however, well into the 19th century, the majority of liberals were hostile to the very idea of democracy, which they associated with chaos and mob rule. It is hard to find a liberal who was enthusiastic about democracy during the heyday of what is often called “classical liberalism”. Indeed, it would not be wrong to say that liberalism was originally invented to contain democracy.

Certainly, the founders of liberalism were no democrats. Benjamin Constant stood for strict property qualifications for both voting and officeholding. The French revolution proved to liberals like him that the public was utterly unprepared for political rights. People were ignorant, irrational and prone to violence. Under their pressure, the rule of law had been suspended, “enemies of the people” guillotined, rights trampled upon. The most democratic phase of the revolution had also been the most bloody.

Napoleon’s despotism, which was legitimized repeatedly by plebiscites based on universal male suffrage, only confirmed the liberals’ apprehensions about democracy. The emperor’s popularity demonstrated in no uncertain terms that French citizens had an unhealthy predilection for authoritarian rulers and were fatally susceptible to propaganda. New words were invented to name his pseudo-democratic regime. Some called it “democratic despotism”. Others used the terms “Bonapartism” or “Caesarism”. Constant called it “usurpation”. “Usurpers” are constantly compelled to justify their positions, so they use lies and propaganda to manufacture support. They form alliances with religious authorities to prop up their regimes. They take their countries into useless wars to distract people from their treachery, while they enhance their own power, line their own pockets and enrich their friends. Worst of all, they corrupt their people by tricking them into participating in their lies.

Alexis de Tocqueville also had deep misgivings about democracy. Two additional French revolutions, one in 1830 and the other in 1848, followed by another Napoleon, depressed him greatly. It proved once again that the masses were easy prey for demagogues and would-be dictators catering to their lowest instincts. Democracy fostered a pernicious form individualism, another word for selfishness in Tocqueville’s lexicon.

Early liberals like Constant and Tocqueville spent much time thinking about how to counter the perils of democracy. Limits had to be placed on the sovereignty of the people, the rule of law and individual rights guaranteed. But good laws would never be enough, since a popular strongman could easily pervert or simply ignore them. The survival of liberal democracies required a politically educated citizenry. Constant travelled around France instructing French citizens about the principles of their constitution, their rights and their duties. He published articles and delivered speeches for the same purpose. He fought valiantly for the freedom of the press.

 Both men also believed that the survival of a liberal democracy depended on certain moral values. It required public spiritedness and a sense of community. Tocqueville thought deeply about fostering “public morality” and “public virtue”. Constant agonized over the political complacency, moral apathy, and selfishness that he saw all around him. Only dictators profited from such vices.

How to counter the moral degradation? They thought about this as well. The commitment of public-spirited elites was essential. “The enlightened classes” and “well-meaning men” must be the “missionaries of truth”, wrote Constant. They must redouble their efforts to counter the cynicism that was turning people away from the public good. As Tocqueville said, it was essential to “educate democracy.” And this, he said, was “the primary duty imposed on the leaders of society today”.

It is a sad sign of the times that such statements sound so naive or ring hollow today. The truth is that we still have much to learn from the founding fathers of liberalism, who lived through an existential crisis of their own. They knew about the tendency that democracies have to become illiberal. Let us heed their lessons.

  • Helena Rosenblatt is professor of history at the Graduate Center of the City University of New York. She is the author of the forthcoming book, The Lost History of Liberalism: From Ancient Rome to the Twenty-First Century.